Hakikat Bağıntısında Anlam ve Anlamlılık

Hakikat Bağıntısında Anlam ve Anlamlılık

Anlam kendinde gerçektir, gerçekleşir.       

Hakikat Bağıntısında Anlam ve Anlamlılık kitabına buraya tıklayarak PDF formatında ulaşabilirsiniz.

Kitabı okuyabileceğiniz diğer dosya formatları:

EPUB ( E-Kitap okuyucu cihazlar için ) 

MOBI ( Kindle cihazlar için )

Play Store ( Android cihazlar için )

 

Hakikat Bağıntısında Anlam ve Anlamlılık

İçindekiler

Söze Başlarken… 5

Hakikat bağıntısında anlam ve anlamlılık… 9

‌Söze Başlarken…

Anlam arayışı varlığın özünden atılmış bir tohum gibi özden besleniyor olarak büyür. Büyüdükçe varoluş krizine -derdine- döner. Anlam ne ile temellendirilmekte ise krizi aşma olanağı o temelden hareket ile bulunmaya çalışılır. Önemli olan ise anlamın gerçek ile bağıntısında temellendirilmiş olması ile varoluş krizini, gerçek ile aşma düşünce çabası içinde bulunmaktır. Varoluş krizi sadece düşünmek ve bilmek ile aşılacak değil, bildiğini talime açık deneyimledikçe, gerçekleştirdikçe, yaşamda karşılığı olduğunu gördükçe de aşılması gerekendir. Ayrıca, söz konusu gerçek ise herkesin gerçeği olması gerektiği ile metafizik olgusal olduğunu bilmek ve gerçek olandan sonuç alınabilir olduğundan hareket ile de sonuçlar almak gerekir… ki gerçeğe dair hem yalnız olunmadığı hem de gerçeği birebir ve diğerleri ile ilişkide de deneyime açık bulmak ile eminliği edinilmiş olsun.

Bu da yetmez, gerçeğin sadece temel gerçeklik değil, üst gerçeklik olarak bulunuyor olması bağıntısında ona göre yaşamın biçimlenmesi, ona göre yaşanıyor olması izleğinde ahlak biçimsel olarak da yaşamın nasıl gerçekleşmesi gerektiğine dair kanaatten öte olması gerekenlerin tesis edilmesi, gerçekleştirilmesi de gerekir… ki gerçek olduğu gibi yaşanırken var olanların ilişkileri üzerinden görünmüş olsun. Olay ilişki bağıntısında hikâyesine katılıyor olarak kendi olmak onun ile bulunurken kendi olmaktan yana mutmain olmak olanaklı olabilsin. Böylece varoluş krizi geride bırakılmış olarak aşılmış olsun.

Hakikate, en temel gerçekliğe dair düşünülmekte ise en temelde hakikatin hakiki varlık anlamında ne olduğu, onun ile başlayan yaratımın nasıl ve ne için çokluğu içeren bütünlükte gerçekleştiği, yaratılmış olanlar ile yaratıcı arasındaki bağıntılı olmanın tanrısal belirlenimleri ve yaratılmış olanın hakikate kıyasen varlığının ne anlam taşıdığını sorgulama konusu kılmak gerekir. Hakikatin, nesnel ve öznel belirlenimde ne olduğu, hangi düzeyde aynılıkta özdeşlik ve yüklem

alınmış özdeşlik belirlenimlerinde gerçekleşmeye -yaratıma- açık veya kapalı olup olmadığını da sorgulama konusu yapmak gerekir. Ayrıca hakikat ile var olunmakta iken hangi katman ve türe dair düzey içermiş ve ayrı değil aynı da değil olmanın varoluşsal gerekliliğinde sibernetik, aynalaşmalı, diyalektik, çoklu gerçeklik gibi varoluş biçimlerini içermiş olmanın hangi belirleniminde seyir edildiğinin de sorgulanması gerekir.

Hakikat ile var olunduğu içindir ki hakikate dair paye alırken mülkten de paye almanın olanağı içinde varoluş hem özsel anlamda hem de ilişkilerde ahlak biçimsel gerçekleşir iken hakikate göre nasıl bir ahlak biçimsel yaratım etkinliğinde olunması gerektiğine dair sorgulamada bulunmak gerekir. Hakiki varlığa, var olanlara ve karşılıklı varoluşta var olmaya dair genel bir bakış açısı oluşturabildim ise ne mutlu.

Bu kitap 2024 yılının nisan ayı sohbetlerinin deşifre edilmiş olması üzerinden düzeltme ve eklemelerde de bulunarak yazılmıştır. Kitap: yukarıda bahsi geçen konuları genel anlamda konusu olarak içermek ile beraber hakikat, yaratım, varoluş, anlam, anlamlılık bağıntısında kader, ceza, tekâmül ve özgürleşme konularına dair farklı açılardan bakabilmeyi amaçlar. Hakikatte nesnellik ile öznelliğin ne/ hangi mahiyette olduğu, gerçekleşmeye dair yaratımda ucu açık oluş içinde neler olabileceği, olduğuna yönelik yeniden ve farklı bir yaklaşımda olarak bakabilmeyi de amaçlar. En temel kendini gerçekleştirme yetisi olan düşüncenin yaratım yetisi de olduğunun idraki ile kendini gerçekleştirme belirleniminde yaratıma açık olmakta iken yüklem almaya açık olan kendiliğin, yaratım etkinliğinde sadece yaratım nesneleri değil, yüklem almaya açık olarak kendini de kıldıkları/ oldukları ile yaratıma açık bulması öznelliğine de dikkat çekmeyi amaçlar.

Sonuç alınabilecek bir hakikatin olduğu gerçeği ile hakikatin deneyime açık olduğunu da vurgular iken hakikatin, ilim-talim-terbiye-tekâmül- özgürleşme bağıntısında gerçekleşirken yaşamsal anlamda bilinebileceği, bulunabileceği, erilebileceği gerçeğine dikkat çekmeyi

de amaçlar. Sonuç alınan hakikate göre olan biteni değerlendirmek ve ahlaki gelişim -tekâmül- göstermek de hakikat bağıntısında kaçınılmazdır.

Doğru olan, sadece mantıksal anlamda tanımı ve tahkiki yapılabilir olan değil, deneyime açık olarak tahkiki yapılabilir olduğu gibi kendisinden – tanrısal belirlenimlerden sonuçlar aldıkça gelişime açık kılandır. Alınan sonuçların herkes için de kılınabilir olmasına göre evrensel olma niteliği olandır. Doğru olan, herkese göre ayrı ayrı doğru olan değil, herkesin var olmasının temel gerçekliği olduğu gibi üst gerçekliği olarak da evrensel olandır. Bunun içindir ki kavramsal anlamda herkesin gerçeği olarak bilimi ve felsefesi yapılabilir olandır. Ayrıca kendisinden alınabilir sonuçların herkes için kılınabilir olmasında, gerçekliğini herkesin deneyime açık bulacağı yöntemsel ilkeselliği -esas olmayı- içeriyor olması gerçeğini kendinde taşır.

Yasa belirlenimli doğru olan zorunluluk zemini olmakta evrensel olarak herkesin gerçekliğini belirli kılar iken ilke belirlenimli gerçek olan amaçsal/ ereksel belirlenimine göre herkes için gerçekleşmesi -olması- gerekendir. En temel hakikat olan Tanrı ise birçok Tanrı tasavvuru içinde en doğru Tanrı tasavvuru kendisinden sonuç alınabilir olan Tanrı’dır ki nur fiziği yaparken bilim, Tanrı fiziği yapmaktan yani teo- ontoloji yapmaktan öte durmaz. Tasavvuf da Tanrı’dan sonuç alabilmenin yolu olarak bilimselliği içerir iken kendisinden sonuç alınabilir, kendisi ile ilişkiler geliştirebilir, sonuç almanın herkese açık olduğu ve alınan sonuçların tasarruf olarak gerçekleşebildiği bir alan olarak okunmalıdır. Gizemci değil, gizil duranı aşikâr bulmanın öznel yöntemselliğini içerir. Tasavvuf ehli için Tanrı, inanç nesnesi olmaktan öte, yaşamın öznesi olarak tanrısal belirlenimleri ile deneyime açık bulunandır.

Bugün ve yarınlar için; gerçek/ gerçeklik, anlam-anlamak-anlamlılık, anlam-vücud, anlam-değer, içerik-biçim, temsil-tasvir, ölçü-nitelik, erek-neden, indirgeme-izafiyet, aynılık düzeyinde özdeşlik ve yüklem

alınmış özdeşlik, tümel-tikel, töz-ilinek, nitelik-nicelik, etken-edilgen, kevn-fesat, bilfiil-bilkuvve, mekân-zaman, özne-nesne vb. olma veya oluş metafizik belirlenimlerde yaratıma açık var olunurken sadece ontolojimizin değil, en temelde Tanrı’nın da ne olduğuna dair teo- ontolojimizin olması gerekir. Teo-ontolojik bağıntıda, enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil iken bilkuvve gerçekleşiyor olarak ayrı değil aynı da değil bağıntı oluşunda gerçekleşen yaratımın ne olduğu, nasıl ve ne için gerçekleştiği ayrıca yaratımda gerçekleşenlerin Tanrı ile bağıntıda mahiyetlerinin ne olduğuna dair metafizik bir bakışımın da olması gerekir. Tanrı’nın yaratılmamış gerçeklik olarak olumsuzlaması yapılamayan gerçeklik belirlenimleri (nur, şahıs, diri, harekete içkin ve harekette kendinde yekvücud vb.) hariç, metafiziğe dair değişmezlerin, nicel belirlenimli olup da bilfiil iken bilkuvve olarak yaratıma dair belirlenimler olarak tümel belirlenimli gerçekleştiğini bilmek gerekir. Ayrıca anlam ile dil dolayımında ve olay-ilişki örüntüsünde gerçeğe dair olanın gerçekleşir iken görünüş bulduğu, ifade etmeye açık olduğunu da bilmek gerekir. Anlam ve anlam bağıntısında yaratıma açık öznelliği de yüklem almaya bağlı değişen oluş içinde değerlendirmek gerekir.

Teo-ontolojisi olmayan her görüş, hakiki varlıktan uzak varsayılıp da inanılan zannı içerir… eksik veya yanlış bir varlık görüşünde, hakikati bildiğinin zannında hakikate körlük içeren bir bakışımda gerçekleşir. Anlam-yaratım bağıntısında yaratıma açık değişim içinde anlama dair yüklem almalarda gerçekleşen öznelliğe dair yeni bir metafizik yaklaşımı olmayan da varoluşun nasıl gerçekleştiğine kör bakmak ile kalmaz… anlam-yaratım bağıntısının idrakine örtük iken anlama, dolayısıyla da gerçeğe/ gerçekliğe körlüğün, yaratıma açık olmayı öldürdüğü bir durumda kalır/ kalabilir. Bu durumda: hakikat-anlam- yaratım bağıntısında nesnelliği içerdiği kadar öznelliği de içeren metafizik yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Seneler boyunca yapmaya çalıştığım ve bundan önceki kitap çalışmalarımda da görüleceği gibi teo-ontolojik bir zeminden kaynaklı olarak gerçek-anlam-yaratım- gerçekleşme belirlenimlerinde yeniden dil ve yeniden metafizik demekteyim.

‌Hakikat bağıntısında anlam ve anlamlılık…

Bugün 2024’ün ilk seçimi yapıldı. Siyaset geleceğimize karar vermek, geleceğimizin sorumluluğunu almakla da ilgili ve önemli bir konu. Her oy geleceğimize dair söz hakkımızı kullanmaktır. Bu ne kadar güzel bir şeydir ki insan kendi geleceğine dair söz hakkını kendi kullanıyor. Seçiyorsam, kendi tercihim ile seçiyor olmam… seçimimin sorumluluğunu üstleniyor ve sonuçlarına da katlanırım demektir. Her bir oyunuz bir imzadır. Kendi varlığınızın, varoluşunuzun anlamlı olması adına bir imzadır. “Ben varlığımı böyle anlamlı buluyorum” anlamında kendini ifade etmektir. Oyunuz ile tercihinizi genel içinde gösteriyor olmak, yerinizi belli etmek ve hiçe sayılmadan yönetimin yapılması gerektiğinin mesajını vermektir.

Biz kozmopolit yani çok çeşitliliği içeren bir ülkedeyiz. Alevi’si, Sünni’si, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı, Çerkez’i… Herkesin gidip de oy kullanması bu anlamda çok önemli. Siyaset buna göre yol bulur. Bu kadar çeşitliliğin içinde herkes ona göre siyaset yapar. Kemalist, muhafazakâr, sağcısı, solcusu… Ne kadar çeşitli… Sadece bir etnik grup ile niteleyemediğimiz bir coğrafyamız var. Sağcısı, solcusu, muhafazakarı, cumhuriyetçisi gibi daha birçok kavram kullanıyoruz. Diğer etnik grupları da düşündüğünüzde çeşitliliği barındıran bir yapımız var… ki onlar da çok belirleyici.

Birçok etnik grubun ve dolayısıyla da siyasi ayrışımın olduğu bir coğrafyada herkesin oy kullanması niye önemli? Birincisi herkes kendi geleceğine dair söz hakkını kullanıyor ama en önemlisi siyasete şekil veriyor. Yani beni unutma diyor. Bana göre siyaset yapacaksın diyor. Bu bir noktada, ahlak edinildiğinde iman ve doğru insan olma dair zaaf göstermek anlamında tehlikeli bir şey getiriyor… takiye yapmayı getiriyor. Seçmenleri kendi lehine yönelik maniple etmek için elinden geleni yapmaya çalışanlar oluyor. Hiç tanımadığım adam mesaj atmış ama onun ismini bile duymamışım… Seçim günü hatırlanmak iyi bir şey

ama sonrasında hatırlanmamak kötü oluyor. Demek ki bir takiye var. Sonrasında hatırlanmıyorsan takiye var.

Her neyse siyaseti bir tarafa bırakalım! Soru var mı?

Soru; ‘’Ben en çok kendi özelimde hep nefse çok takılıyorum. Ne öğrenirsek öğrenelim hepsi nefsi emmare girdabında… Bu kadar ilim öğrenme çabamıza rağmen merhamet olması gerektiği yerde gerçekleşmiyor. Merhamete teslim olamıyoruz ve sürekli hala mazeretler üretmekteyiz. İslam olma noktasında bu elbet doğru değil. Hakkı gereği kendi olmayı nerede bulacağız?”

Cevap: İlim elbet öğreneceğiz ama ahlaki anlamda doğru, iyi olmak ile güzel ahlak sahibi olmak, olması gerekenimizdir. Ancak, dışa yönelik olup da kendini merhamet, şefkat, cömertlik, doğruluk, iyilik vb. ilkelerde gerçekleştirmek yerine nesnelerinde nesnelerini tadıyor iken kendini hazlar, arzular ve kötü olmaya dair haset, açgözlülük, öfke vb. duygularda deneyimleyen/ gerçekleştiren nefsi emmare denilen bir canavar ile var olmaktayız. Öteki ile var olunduğunun gerçeği sebebi ile ötekinin var olma haklarına duyarlılık, vicdan, Allah’a iman ve Allah’a muhabbet, nefsi emmareye rağmen kendi olmayı ilkelerde gerçekleştirdiklerimizde bulmamız gerektiğinin gerçeğini taşır. Böylece ilkelerde kendi olmayı bulurken Allah’a ait olup da biz yaratılmışlara dair kılınmış olan tanrısalları gerçekleştirirken kendi olmaktan yana mutmain olacağımızı belirtmek isterim.

Sorduğunuz soru, kendi olmaktan yana mutmain olmayı nerede, kimde veya nede bulmamız gerektiği ile ilgilidir. Nefsi emmareye rağmen Tanrı’da kendi olmayı bulmak, ilke belirlenimli gerçekleşen tanrısalları gerçekleştirirken kendi olmakta deneyimlenir. Kendinde tam olan ile kendi olmak bulunduğunda, kendini rahmete dair ilke kıldıklarında gerçekleştiren ile ilkeleri gerçekleştirdiğinde buluşmak elbette aslı ile kendi olmayı bulurken huzur, yaşam sevinci ve kendi olmaktan yana mutmain olmayı olanaklı kılar. Hakiki varlık anlamında Tanrı’dan ayrı

değil iken O’ndan farklı olan belirlenimleri ile başkası kılınmış olmakta aynı da değil olmakta yaratılan bizler için, O rahmeti kendine farz kılmış iken kötüye dair olanı kendine yakıştırmadığının gerçeğini, kötüye dair yaptıklarımızın veya ahlaki anlamda olması gerekenlere dair eksik yaptıklarımızın sonucunda vicdanda rahatsız olmak ve kendi olmaktan yana mutmain olmamakta buluruz.

Nefsi emmareye rağmen, kendi olmayı tanrısallarda gerçekleştirmek tevhidin de gereğidir… ki halifetullah olarak yaratılmış olmanın tanrısal gayesinde tanrısalları gerçekleştirirken ne için olduğu ile uyumlu hareket ediyor olmak da kişide huzur, yaşam sevinci ve kendinden yana mutmain olmaya sebeptir. Bu durum özsel bir açılım olup, kişinin fıtratı ile uyumlu kendi olmasının, ilkeleri gerçekleştirir iken Allah katı olan gönülde kabul görmesinin nimeti olarak gerçekleşir. Yaşam sevinci, huzur ve kendi olmaktan yana mutmain olmak, nefsi emmareye rağmen tanrısalları gerçekleştirir iken Tanrı’da kendi olmak ile olanaklıdır… ki “Allah katından din İslam’dır” denilirken böylesi İslam olmak ile gönül evinde Allah tarafından kabul ediliyor olmanın, Allah ile buluşmanın olanaklı olduğu da ifade edilmiştir.

Allah’ı ilmen tasavvur etmekte bilmek elbet ihtiyaç duyduğumuzdur ama tanrısalları deneyime -talime- açık bulurken Allah ile özde buluşmanın ahlak biçimsel gerçekleştiğine de yabancı kalmamalıyız. Elbette bilmeye dair çaba içinde bulunacağız ama güzel ahlak ile Allah’a, tanrısal belirlenimlerini gerçekleştirir iken yükseleceğimizi de unutmamalıyız.

Geçen hafta yarım kalan Cebrail konusu vardı. Bu soruya farklı açılardan cevap vermek için Cebrail’in yaratım anlatısına yeniden dönmek isterim. Sohbet boyunca Cebrail’in yaratım anlatısı ile beraber bu soruya farklı açılardan cevap vereceğimi de gözden kaçırmayın!

Cebrail’in yaratılış anlatısı ve Allah’la olan ilişkisi… bu İsrailiyat mıdır, kendi rivayetlerimiz içerisinden mi gelmiştir, hadislerden mi gelmiştir

veya sonradan kelam-ı kibardan mı gelmiştir önemli değil. Önemli olan Cebrail ile Hz. Allah arasında varoluşa dair bir diyalogun geçmiş olduğuna dair bir rivayet olmasıdır. Bu rivayetin hangi doğrultuda değerlendirilmesi gerektiğidir.

Soruyu doğru anladıysam ‘bu kadar ilim öğrenmemize rağmen halen nefs-i emmare dediğimiz bir belayla karşı karşıyayız ve kendimizi tam mümin olarak hissetmiyoruz. Yani kendimizi mümin olarak ne kadar değerlendiriyoruz.’ Bu öz eleştiri yapmak adına önemli ve nerede olduğumuzu görmek adına da önemli. Üst bir ilkeye göre hayatı anlamlı kılmak adına da önemli. Hangi açıdan baktığınız ile ilgili olarak da soruyu değerlendirebilirsiniz.

Bu aynı zamanda hayatı anlamlandırma sorusudur. Hayatımın anlamını nerede buluyorum? Çünkü kendini eleştirdiğinde, bir ilkeye bağlı olarak hayatını da anlamlı kılıyorsun, anlamlı bulduğun yerde kendine bir yol açmaya çalışıyorsun. Sizin bir ilkeye göre anlamlı kıldığınız yaşam, üst ilke gereği değer olarak da değerlendirdiğiniz yaşamdır. Yaşamın değer perspektifinden anlamlı kılınıyor olması gerçeğini gösteriyor olması adına da bu soru değerlendirilebilir. Değer biçimsel anlamda anlamlı bir yaşantıda neredesin, nerede değilsin? Gerçekte kimsiniz, kim değilsiniz? Bunların hepsini genel bir perspektiften değerlendirerek konumuza başlarsak iyi olur.

‘Nicel dünya da nitelik nasıl ortaya çıkıyor’ noktasında bir soru var. Evet nicel belirlenimli bir yaratım, varoluş var ama bu nicel belirlenimli yaratım ve varoluşta hareket ve harekete bağlı olarak öznellik içeren bir varoluş ortaya çıkıyor. Cenabı Allah’ın zatında bunu ayrıştıramıyoruz. Nurun varlığında öznellik ile nesnelliği birbirinden ayrıştıramazsınız. Yani vücudu öndeydi de zatı gerideydi veya zatı önceydi de vücudu gerideydi gibi bir ayrıştırma yapamazsınız. Nura dair nesnelliği varlığıdır ve zatı o varlığıyla aynılık düzeyinde özdeşlikte kendi olma durumunda bulunur. Varlığıyla nicel belirlenimli nurların hareket bağıntısında da yek vücut olarak aynılık düzeyindeki özdeşlikte

ahad olmakta kendi olma durumunda bulunur. Nurlar arası bağıntılılıkta öz nura dair öz nitelik korunur iken vahid olmayı buluyor olarak hareket eder. Hareket bağıntısında vahid olarak da yarattıklarına varlığı ile içkin, şahsı ve kendisine ait olup da yaratılmışa dair kılınmış olan tanrısal belirlenimleri ile de aşkın, katmanlı yaratım ve varoluş gereği ile de birbirini kapsayan gerçeklikte karşılıklı var olmanın olanağında kendi olmak korunuyor olarak var olur. Kendi varlığın hem nesnesi hem öznesi iken yarattıklarının da var olmasının nedeni olarak hem tözsel nesnesi hem de yaratıcı olan öznesidir… ki eskilerin de dediği gibi olması gerekli olan zorunlu ilk nedendir. Kendisi ile var olanların ortak ve üst evrensel gerçekliği olarak asli nedenidir.

Özellikle İki tane kavramı yan yana kullandım… yekvücut ve Ahad. Söz konusu nur ve şahıs olmak ise O’nun kendi varlığında nesnellik ve öznelliğin aynılık düzeyinde özdeşlikte bir olduğunu bilmek gerekir. Burada bir derken aynılık düzeyindeki özdeşliği kast etmekteyim. Bu günlerde en büyük sorunumuz, Cenabı Allah’ı ne diye niteleyeceğimizdir. Bir ateist te kendi kafasına göre Tanrı’yı niteliyor, Tanrı yoktur derken aslında bir tanrı tasavvurunda da bulunmuş oluyor. Kant da bir Tanrı tasavvurunda bulunuyor. Tanrı’ya dair bilinmezci yani agnostik bir tavırda bulunuyor değil mi? Kelamcıların da bir Tanrı tasavvuru var: Atomculuk dediğinin de atomculuk ile bağıntılı bir Tanrı tasavvuru var. Vesilecilik görüşü ile de bir Tanrı tasavvurları olduğunu belirtebiliriz. Salt tenzih ilkesi ile ötelere atılmış bir Tanrı tasavvur da var, ayrı değil aynı da değil gerçekliğinde yarattıkları ile bağıntılı bir Tanrı tasavvuru da var. Halk ile özdeş panteist Tanrı tasavvurları da var.

Mesele burada ne?

Mesela kesb teorisi ve sudur teorisi sıradan bir teori değil, üzerinde ciddiyetle durmak gerekir ama bunların aynı zamanda revize edilmesi de gerekir. Evet gerçeklikle bir bağlantıları var ama bugünü karşılamakta değiller. Bugüne göre revize edelim anlamında da bir

kastım yok. Hakikate göre revize edelim. Çünkü günün galip ilmi ve yaklaşımı da hakikati tam anlamı ile karşılamıyor. Hakikat derdi olanın, hakikate dair yol gidenin eğer hakikate dair bir bilgisi varsa, bu doğrultuda revize etmesi gerekir. Nesnel anlamda bir sudurculuk ne kadar bizi karşılar? Bunun içindir ki irade eden bir Tanrı vardır… Kadiri Mutlak Tanrı vardır teorisi gelişiyor. Mesela: Eşariler ne zaman atomculuğu bıraktı da yoktan yaratan Tanrı’ya gitti. Yoktan yaratılır mı? Yok diye bir şey var mıdır ki yoktan yaratım olsun? Muhiddin Arabi’ye selam olsun ne diyor, “Yokluğun yokluğundan var eden” yani yokluk yok diyor. Bizatihi yokluk içermeyen yaratıcının varlığından bahsetmiş oluyor. Bu yaklaşımı ile doğruyu ifade etmiş olsa da yaratımın ayrı değil aynı da değil oluşunda gerçekleşmesinden uzak halk ve Hakk’ın aynı olduğuna dair yanlış ifadede de bulunuşluğu var. Bir şekilde sapmalar olabiliyor bazen.

Mantıksal gereksinmeler doğrultusunda bir çıkarımda bulunuluyor. Formal mantık ile çıkarımlar, gerçeği yer yer karşılamaya biliyor. Katmanlı gerçekliği formel mantık ne kadar karşılar? “İstersen halka Hakk de istersen Hakk’a halk de fark etmez İkisi de aynıdır.” Bu yargı, formel mantık izleğinde çıkarımdır. Katmanlı gerçeklikten yana gafil ve uzak yanlış bir yargıdır. Ayrı değil, aynı da değil oluşun hakikatinden uzak bir yargı.

Yaratımdan bahsediyorsanız başkası kılmaktan bahsediyorsunuzdur. Bu, yaratmaya, yeni bir şey açık etmeye dair kaçınılmaz metafiziksel bir zorunluluktur. Kendinde aynılığı koruyan bir varlığın yine kendinden var ederken yarattığından ayrı olmadan ve kendi ile aynı da kılmadan başkası kılmış olarak yaratımda bulunması yaratımın kaçınılmazıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki kendinde yekvücud tümel bir Tanrı olmak ile beraber kendi varlığına dair nicelliği barındırmayan bir tanrının yaratımından bahsedemezsin. Bu ifadem kelamdaki klasik atomculuk ile karıştırılmasın.

Mutezile kelam ekolü ile başlayan ve sonradan Eşari kelam ekolünün bir kısmının sahiplendiği atomculuk görüşünde eşyanın en temel bölünmez nesnelerden var olduğu ifade edilir. En genel anlamı ile eşyanın, duyulara görünen maddenin bir var olma eşiği vardır ki o var olma eşiğinde yükselmiş olarak kendi olmakta görünüş bulur. Bu var olma eşiği öncesinde görünen maddenin veya eşyanın olduğunu söyleyemeyiz. Eşyanın/ maddenin var olmaya dair kritik eşiği geçildiğinde artık onların olmadığı bir evrendeyizdir. O evrende su dediğin yok, masa dediğin yok… İşte orası başka bir dünya, başka bir evren ve kendi içinde katman katman bir evren. Duyularımıza görünen maddenin/ eşyanın var olma eşiği moleküller ile başlar iken moleküler seviyeden itibaren öncesinde görünen maddenin varlığından bahsedemeyiz ki sonsuza kadar o maddeyi/ eşyayı bölelim. Kendi olmayı belli bir var olma eşiğinden sonra yitiren her ne ise bölünemez olduğu yer değil, kendi olmadığı yere kadar bölünebilir. Kendi olmadığı yerden sonra artık o yoktur. Var edildiği evrene katılan ara bir neden olmaktan öte değildir. Yaratıcı cevheri ne ise onun evreninden kaynaklı olarak gerçekleşmektedir.

Katman katman varoluşta her katmanın yani boyutsal gerçekliği olan uzayın kendi var olma eşiklerinde gerçekleştiğini belirtmek isterim. Var olma eşikleri nedensellikten bakıldığında ereğine bağlı gerçekleşen yasa ve ilkeye göre ereğinde biçim kazanıyor olmaktan öte değildir. Duyulara görünen dünyanın üstünde moleküler evrene, moleküler evrenden de atomlardan baktığınız bir evrene bakarken ve daha üst evren katmanlarına varıldığında birbirinden on üzeri milyon, milyar, trilyon kere büyük ölçeklerde katmanlı olmaya bağlı evrenlerin yaratılmış olduğunu görürüz. Moleküler evren kendi içinde bir uzay olmayı barındırır iken atomlar da kendi katmanında bir uzay olmayı barındırır. En küçüğe doğru böylesi bir katmanlılık içinde her katman ve katmanın nesneleri varoluş eşiklerinde kendi olmayı bulmuş olarak hem aynı özün bir türevi hem de aynı özden kaynaklı olarak gerçekleşen hareket bağıntısında birbirleri ile birbirlerine katıldıkları bir evren ailesini paylaşırlar. Özleri gereği aynı olmak ile beraber

türevleri gereği farklılık gösterseler de hareket ve iş paylaşımında yekvücud birbirleri ile öznellik gösterdikleri nesnelliğe haiz varoluş gösterirler. Özleri gereği nur iken nesnelliğe haiz, nurun hareket bağıntısında ve enformasyon ilişkilerinde yaratıcı özne olmanın belirlenimlerini gösterirler. Duyulara görünen maddenin var olma eşiğinden sonra olmadığı bir evrende bölünmesinden bahsedilemez. Bu anlamda nur olan yaratıcı maddenin yani cevherin, kendisi ile var olanların yaratıcı tözün ne olduğu ve en temelde hangi katman uzayından kaynaklı olarak varoluşun gerçekleştiğinin araştırılması gerekir.

Her katman seyrinde bir alt ve üst evren arası milyon, milyar, trilyon kere daha büyük ölçekte bir evren gerçekleşir iken her evren etkileşim alan belirlenimi ve var oluş eşiklerinde gerçekleşir. Üst evrenin belirleyici olduğu gerçekleşme bağıntısında kendi olmayı bulur. Kendi içinde sonsuzluklar barındıran evrenlerden bahsediyoruz. En küçüklerin dünyasına gittiğimiz de sonsuz olan evrenler ile karşılaşıyoruz. Ölçek belirlenimli ve etkileşim alan belirlenimli var olmakta iken elbette sonradan açık olan her evren katmanı bir sınırlılık içermektedir ama en küçüklerin ölçeğine indiğinizde kendi içinde sınırları olmayan bir uzay boyutunda var olunduğu görülür.

İçinde bulunduğumuz bu dünyadan bakıldığında elbette ki sınırları var ama kendi uzay boyutunda sonsuzca görülen evrenler var. Katmanlı varoluşta nötrinolardan kuarklara, kuarklardan protonlara, atomlardan moleküllere baktığınızı düşünün… keşfi anlamda bakma olanağınız da var ise bakın! Her biri birbirine içkin, birbirini kapsayıcı, hem içkin ve dışsal olarak kapsayıcı olarak alemler -evrenler- birlikteliğinde varlar. Saf saf, katman katman, birbiri ile varlar. Özde aynı cevher olan nurun ölçek, etkileşim, türev, hareket ve bağıntılılık, indirgemeye dair yaratım etkinliğinde gerçekleşen illiyuna dair evrenler.

Dikkat edecek olursanız demek istediğim: Görünen dünyaya dair bir eşyayı, nesneyi veya maddeyi (her nasıl anlamak isterseniz o biçimde anlayın) ancak var oluş eşiği olan kritik eşiğine kadar bölebilirsiniz. Var olmaya dair kritik eşikten sonrası kendi olmadığı bir evren vardır ki dolayısıyla bölünmesinin gerçekleşmeyeceği yerdesinizdir. Bu durumda kendi olmadığı evrende var olmasına sebep olan her ne ise onun yaratıcı tözü olarak orada durmaktadır. Klasik kelamın atomculuk teorisinde, en temel bölünemez olana doğru gerçekleşen düşünce yolculuğunda hem eşyanın varoluş eşiği düşünülmemiş hem varoluş eşiğinden sonra gelen ve eşyanın varoluşuna önsel olan yaratıcı töz hep ötelere atılmış hem de maddenin bölünemez parçacıklarını kullanarak yaratan öte bir Tanrı anlayışı ile yanlış olan bir yaratım tasavvuru geliştirilmiştir. Yani nereden tutsanız elinizde kalır. Cenabı Allah nur iken hem kendi olmasının nedeni hem de öznesi olarak yaratımı kendi ile gerçekleştirmiş olmakta iken yarattıklarının da yaratıcı nedeni -tözü- ve öznesidir. Cenabı Allah, öte bir Tanrı olarak maddenin bölünemez denilen parçacıklarını kullanarak yaratmakta değildir. Görülen o ki atomlar ile yaratan Tanrı görüşü, Tanrı’nın varlığından, ne olduğundan habersiz bir Tanrı görüşü olarak düşünce tarihimizde yerini almış.

Bu hafta şöyle bir soru da gelmişti: ‘’Allah’ın nur olduğunu

söylüyorsunuz. Bundan kastınız nedir?’’

Öncesinde belirtmek isterim ki “Allah nurdur” derken Kur’an’ı Kerimde geçen nur ayetine göre Allah nurdur demekteyim. Yani Allah’ın bizatihi kendisi, varlığının ne olduğuna dair kendisini nur ile nitelemektedir. Teşbih gereği nitelemekten öte, nur olduğunu ifade etmektedir. Nuru anlatmak için ise misal ile ifadede bulunmaktadır. Nur ayetinde: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, kendinden ışık saçan bir lamba benzeridir. Lamba da bir sırça (cam fanus) içerisindedir. Sırça sanki inci misali bir yıldızdır ki doğuya da batıya da ait olmayan bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulmuş, neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir… Nur üstüne nur. Allah, kimi dilerse onu Kendi nuruna –

gerçeğine- yöneltip-iletir. Allah (gerçeği anlasınlar diye) insanlar için – böyle- örnekler verir. Allah her şeyi bilendir.”

Bu ayete dikkat edildiğinde yerin ve göklerin nesnel anlamda yaratıcı tözü ve öznel anlamda yaratıcı öznesi olan Allah’ın varlıksal anlamda ne olduğu yani nur olduğu ifade edilir. Nur da misaller ile anlatılmaya çalışılır. Allah’ın -ne olduğuna dair- nur olduğu, bu ayette net olarak ifade edilir iken nur misal ile anlatılır iken nurun misal verilmiş olduğu kanısında bulunmak da yanlış bir kanı olur. Sırça ve inci tanesi benzetmesi ile de Allah’ın nesnel anlamda nicel belirlenimli bir varlık durumuna haiz olduğu da misal ile anlatılmış olur. Bunun içindir ki yaratmayı kendi ile olanaklı bulur. Sadece tümel belirlenimli Tanrı değil, kendinde tümel belirlenimli olduğu kadar nicel belirlenimli olarak da var olandır. Hareket bağıntısında sadece kendi ile var olmakta iken zaten tümel belirlenimli olmak da kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi iken kaçınılmazdır.

Evet O “Nur üstüne nurdur.” Katman katman nicel belirlenimli olmayı da içeren bir Allah var. Peki nicel belirlenimli olmasını nasıl anlayacağız ki ona öylesi bakmış olalım? Nasıl ki biyolojik anlamda hücreler ile varız ama hücrelerin nicel belirlenimli nesnelliğine aşkın kendi olmayı tende değil de öznel olup da tümel belirlenimli karakter, kişilik tavırlarında görünüşe taşıyoruz ve birbirimizi, niceliği barındırır iken nicelliğin doğasına aşkın ilişkilerde karşılıklı var olmakta buluyoruz… böylesi olarak nicelliği barındırır iken nicelliğe aşkın varoluşta Tanrı olanı da yani Tanrı’yı tanrısal belirlenimleri ile Tanrı olarak bulmalı ve görmeliyiz. Zaten böyle de olmaktadır.

Birbirimize veya kendimize hücreler diyerek mi bakıyoruz? Sonuçta olunan ne ise nicel anlamda olunana aşkın bir varoluşta kendi olmak görünüş bulmaktadır. Nicelliği barındırır iken nicelliğe aşkın var olduğumuz ve katıldığımız bir varoluştayız. Nicel, nitel belirlenimlerimizi bilsek de nicele aşkın gerçekleşen bir varoluş içinde kendi olmayı bulmakta ve gerçekleştirmekteyiz. Bu, en temelde nur ile

var olmanın doğası gereği öznelliği de içerecek biçimde böylesi gerçekleşmekte.

Tözsel veya maddi aidiyet tinsel oluşun zemini olmak ile beraber tinsel yönelim, gelişim, kendini kılma/ olma belirlenimlerinin de nesnesi olarak olmazsa olmazıdır. Bu anlamda salt tümel Tanrı anlayışını revize ederek nicel belirlenimi ile fiziği (nur fiziğini) de içeren bir Tanrı’nın olduğu gerçeğine uyanmak gerekir.

“Biz nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusunu da sadece işte doğduk ve ölüyoruz diyerek anlamlandıramayız. Doğumdan öncesi ve ölümden sonrası olan bir dünyada varoluşu, bizlere içkin ve neden olan nurdan gelmiş olarak bulur iken nur ile yaşamın sürekliliğinde, yaptıklarımızın sonuçları ile karşılaştığımız yeni bir dünyaya ölüm ile doğduğumuzu da hatırlatmak isterim.

Kalu belada ruhlara soruldu denilir iken doğumdan önce bir gerçekliğimizin olduğu beyan edilir. İman etmeyenlerin bu gerçeği kabul edip etmemesi de bu gerçeği değiştirecek değildir. Kur’an’da ruh denilir iken öz kendilikten bahsediliyor. Öz kendiliğin olduğunu astral seyahatler ile biliyoruz veya ölüm eşiği deneyimleriyle de bunu bilmeye açığız. Yeniden bedenlenmiş olup da ortak anı, dil, karakter gerçeğini taşıyor olup da dünyada yeniden doğmak söz konusu olmakta ise nur ile sürekli olan bir yaşamda ruhun ölümsüzlüğünü ispat etmiş olmanın birçok belirlenimi elbette vardır.

Öz kendilik sorunu, ruhun gerçekleşmesi nerede sorunsal kılınmakta? Bedende bedenin fonksiyonları ve dış dünya ile bağıntıda mı gerçekleşiyor yok ise bedenden önce nurani bir yapıda yaratılmış olmakta ve bedene önsel mi var olmakta gibi görüş farklılıkları doğrultusunda bu konunun sorunsal kılınmış olduğunu görmekteyiz. Ruhu sonradan mı ediniyoruz yoksa önceden mi var? Önceden olanın bedende ikamet etmesi söz konusudur… ki eskiler buna dair “Bu beden ruha misafirdir” demişler. Herkes derki ruh bedene misafirdir… ruh

bedene misafir değil… Hayır, misafir gelip geçici olandır. Ruh bedeni misafir alıyor, kendine yüklem alıyor. Bu alemle ilişkilerinde, bu alemle olması gereken neyse ona göre var olmanın aracı bedendir. Bedeni ruhun avatarı gibi düşünün. Bugün dijital ortamda siber uzayda avatarınız olarak seçtiğiniz nesneniz gibi düşünün bedeni.

Ölüm sonrası ne olacağız? Gelecek miyiz, gidecek miyiz, ne olacak? Bu konuda kesin bir yargılarımız var mı?

Arkadaşlar gitme gelme var… bunu özellik ile belirtmiş olalım. Gitme gelme yaşamın sürekliliğini de işaret eden, olgusallığı olan bir oluş durumudur. Klasik kelamda karşılığı yok diyerek inkâr edeceğiniz bir durum değildir. Gitme gelmeye dair birçok ayet var. Böylesi bir gerçeğe bu kadar yabancı olamayız. Yarın bilim bu konuya dair net olarak vardır derse ne yapacaksınız? Bilimsel anlamda bunun karşılıkları oluşmuş iken inkâr edilmeyecek bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bunu bilim dedi diye de değil, gerçekte olan bir durumun kabulü adına da değerlendirmemiz gerekir. Artık gerçekleştiğine/ gerçek olduğuna dair deliller gösteren bir olgu var ise nasıl veya ne için olduğuna dair bilmediğimiz bir şey olsa da yabancısı olamayız. Nasıl gerçekleştiğini tam anlamı ile bilmiyor olmamız yani illetinden -sebeplerinden- uzak sadece gerçekleştiğini bildiğimiz, delil olarak yerindeliğini korumakta ise illetini bulmamak onu inkâr sebebi olamaz. Bunu bilim ileride kanıtlayacak diye değil, zaten gerçekleştiğine dair delil var ise onu bilmeye dair daha duyarlı ve bilmeye açık olmamız gerektiğini ifade etmeye çalışmaktayım.

Ayrıca genel anlamda sizin inkâr ettiğiniz bir gerçek, ileriki zamanlarda gerçekleştiğine dair tam anlamı ile kanıtlanır ise kaç canın küfrüne sebep olunmuş olunduğunun da farkında olmak gerekir. Elbette Hintliler gibi veya Budistler vb. gibi yeniden bedenlenmeye inanacak değiliz ama yeniden bedenlenmenin gerçekliğini kabul etmeye dair bir adım atmamız gerektiğinin gerçeğine de kör kalmamalıyız. Böyle bir gerçeklik var… bizim buna yabancı kalmamamız gerekir. “Hakk geldi

batı zayi oldu” ayeti ile karşı karşıya kaldığınız zaman sizler bunun altından kalkabilecek misiniz? Bunun vebalini kaç kişi ödeyecek ve gerçeğe ne kadar direneceksiniz? Gerçek açık olduğunda bunu çocuklarınıza nasıl anlatacaksınız? Çünkü elinizde gerçek olduğuna dair hiçbir şey yok. Buna hazırlıklı değilsiniz. Kaçırdığımız çok şey var… bu bağlamda dolayısıyla yeniden düşünmek ve düşünce dünyamızı yeniden revize etmek elzemdir.

Atomculuktan farklı olarak sudur teorisine gelince: Sudur görüşü yaratımda kendinden taşan bir oluş durumunu ifade eder. Tanrı’nın ne olduğuna dair bir şey söylemez. Yeni Platonculukta da Bir üzerine zaten bir şey söylenmez, söylenmemesi gerekir. Söylenecek her söz onu ifade etmekten yana eksik kaldığı gibi onu anlayışa örter. Bu doğru olmadığı gibi sudurcu görüşün izleğinde klasik vahdeti vücud, birin üzerine konuşma hakkını gösterir iken klasik sudurculuğu aşar. Ancak klasik sudurcu görüşte yer edinmiş olan “Birden yine bir çıkar… hep bir vardır” gibi sudurcu akaidi kendine katmış olarak devam eder.

Âlemlerde görülen çokluk da sudurcu izlek perspektifinden bakıldığında, bir yanılsama olarak kabul edilir iken gerçekten kopulur. Varlık olarak kendinde öz olarak nicel belirlenimli nur olmayı yani öz mahiyeti gereği hareket bağıntısında tümel ama nicelliğe haiz olarak var olan Tanrı’da yaratım, niceliğine iniyor olarak nicel belirlenimli çokluğu içeren evrenleri var etmekte gerçekleşir… ki kendinde nicelliği barındırırken özde nur olması niteliği ve hareket bağıntısında yekvücud olması sebebi ile tek/ bir olanın hem kendinde bir olması hem de nurun nicel belirlenime haiz çokluğu kendinde bir yanılsama olarak barındırmıyor iken yarattığı evrenlerde de çokluk, yanılsama değildir.

Her şey özden yani Tanrı’dan kaynaklı olarak ereğine bağlı hareket bağıntısında gerçekleşirken de ayrı değil aynı da değil olmanın yaratım ilkesi gerçeğinde birliğe (aynılık düzeyinde özdeşlik değil yüklem alınmaya açık özdeşlik durumuna) haiz olarak bilfiil ve bilkuvve gerçekleşen enformasyon oluş bağıntısında bütünlük -vahdet-

korunuyor olarak gerçekleşme olanağı bulur. Yani “Birden çıkanın yine birin kendisi olduğu yani her şey odur” görüşü, yaratıyor olmak başkası kılıyor olmakta gerçekleşir iken doğru olmadığı gibi çokluğun bir yanılsama olduğu görüşü de yanlıştır.

Molla Sadra’nın bu anlamda vahdette kesret, kesrette de vahdet görüşü önemlidir. Ancak vahdetten kasıt, klasik vahdeti vücud izleğinde aynılık düzeyinde birlik ise ayrı değil aynı da değil bağıntısında bilfiil olmakta bilkuvve var olanlar için birlik, yaratıcı tözünden ayrı değil aynı da değil olmanın yaratım gerçeğinde var olmaktan öte değil iken var olanlar arası özsel hareket bağıntısında ve ereğe bağlı gerçekleşen vahdeti aynılık düzeyinde değerlendirmek yanlış olur.

Hakikat elbette sadece neden bağıntılarında ussal anlamda teorik bakışım ile bilinebilir olan değildir. Keşfi bilmeye -talime/ deneyime- de açık olarak tespite dair tahkik ile de bilinmesi gerekendir. Ancak her bilme dil dolayımında bilmekte gerçekleşendir… ki bu anlamda keşfi bilmede de Molla Sadra’nın dikkat çektiği yönde dil dolayımında ussal bilmeye ihtiyaç olduğu görülür.

Eşyanın özsel hakikati olan nur deryasında çokluğa tanık olduğu hâlde “Birden bir çıkar” önermesi ile biri, sadece tümel belirlenimli kabul ederek çokluğu yanılsama kabul etmenin yanlışında kalanlardan öğrendiğimiz, keşfi ve ussal bilmenin birbirini karşıladığı ölçüde doğru bilmeye açık olmamız gerektiğidir. Keşfi olan ussal, ussal olan da tahkike açık deneyimde bilindiği doğrultuda gerçeği bilmeyi olanaklı buluruz. Her bilme doğrudan değil, dolayımlı gerçekleşir yargısından da bakar isek doğrudan bilme diye bir şeyin olmadığını söylersek daha doğru olur.

Salt duyusal bakış nasıl ki kör bakıştır, doğrudan gerçekleştiğinin kanısında olunan keşfe/ deneyime dair talimler de gerçeğe kör bakış içerir… ki bu anlamda gerçeği karşılayacak olan ussal bilmeye ve deneyimi içeren yöntemsel tahkike ihtiyaç vardır. Keşfe, deneyime dair

olanın dahi dil dolayımında ussal anlamda gerçekliğinin metafizik anlamda kavramlar ile görünür kılınması gerekir. Bilime dair deneycilikte de deney-gözlem-ölçüm verilerinin; ussal anlamda kavramlaştırılmasında ve teorik anlamda gerçeği karşılayacak modellemelerde yöntemsel anlamda değerlendirilmesinde de görüleceği gibi ussal olanın deneye dair olanı, deneysel verilerin de ussal anlamda karşılanması gerektiği gerçeğine tanık oluruz.

Çokluğu içerip de kendi özsel hareket bağıntısında bir olandan bir çıkar ve yeni çıkan bir özsel hakikatinden ayrı değil ama aynı da değil olmakta varlığa çıkarken çoklukta var olmanın bir parçası olarak gerçekleşir. Âlemlerde görülen çokluk; hareket bağıntısında, erek biçimsel varoluşta ve aynalaşmaya dair geri dönüşsel bağıntılılıkta, özsel anlamda ayrı değil ama farklı olmakta aynı da değil gerçekleşmesinde bütünlük -vahdet içermiş olarak gerçekleşir. Bundan kastım: eğer keşfi anlamda deneyime dair talim edilen gerçekliği, ussal anlamda doğru kavramlaştırmalar ile gerçekliğine uygun neden bağıntılarında okur isek gerçek ile aramızdaki şüpheleri geride bırakmış olarak gerçek ile görüş sahibi oluruz. Bu anlamda bilmek dolayımlıdır deyip de dolayımlı bilmekte iken gerçeği her halükârda bilemeyiz diyenlere inat, aynalaşmaya dair birbirini karşılayan gerçeklikte gerçeği/ gerçekliği bilmenin, zaten dolayımlı olarak gerçeği karşıladığı ölçüde doğru olarak gerçekleşmesi ile olanaklı olduğunu söyleriz.

Özde çokluğun olması sebebi ile yaratımda çeşitlilikte gerçekleşen bir çokluğa tanık olmaktayız. Zaten Tanrı hakikatinden yani nurdan ve öznel olan tanrısal tümel belirlenimleri yani sıfat ve karakter/ kimlik belirlenimlerinden paye almış olarak var olmakta iken ayrı olmadan istidat beliriminde başkası kılınmış olarak var olmakta iken her var olan kendini gerçek olarak bulmaktadır. Onun ile var olmak var olmanın metafizik değişmezidir.

Öyle ise önce Tanrı’nın ne olduğunu bilecek ve O’nun ile ne olduğumuz, nasıl olduğumuz ve ne için olduğumuz sorularına yönelik daha doğru

olarak ve doğru bir biçimde cevap arayacağız. Tanrı’nın ne olduğuna dair zati ve subuti sıfatları ile bilinmesini kast etmekte değilim. Zati sıfatları olup da yüklem belirlenimli subuti sıfatları olan nedir ki ne olduğuna bağlı olarak sıfatları ile de onu bilmiş olayım? Kendinden var ederken kendinde gerçekleşenleri yüklem almaya açık olarak yaratım oluşunda hem yaratmakta hem de potansiyel açılımlarını yeti olarak yüklem alırken ve yarattıkları ile ilişkide karakter/ kimlik belirlenimlerinde bilfiil iken bilkuvve kendini oldu kıldıklarıyla yaratıma açık bulmakta?

Ne olduğuna dair bilmediğiniz bir varlıktan hareket ile ona dair ifade ettikleriniz veya onun ile gerçekleşenlere dair ifade ettikleriniz kısmi anlamda doğrular içerse de eksik ve yanlış yönleri ile en temelde farazi kalır. Ussal anlamda biliyor dediğinizin deneyime açık tahkikinin, deneyimlediklerinizin ise ussal anlamda karşılanıyor olarak bilinmesi gerekir. Ontolojisi gerçek ile bağıntılı olmayanın, bilgibilimsel yaklaşımında ve yargılarında her daim yanlışlar, eksikler bulunur. Varlığa dair katmanlı gerçekleşen yaratımda, ayrı değil aynı da değil bağıntısında çoklu gerçekleşme sebebi ile tek bir gerçekten kaynaklı olarak gerçekleşen çoklu gerçeklik ve anlamlılıktan da uzak olunmamalıdır.

Genel anlamda yapmak istediğim: varlıkta ve varoluşta karşılığı olan gerçekliği ussal anlamda kavram biçimsel olarak görünür kılmaya çalışmak, ussal olarak ifade etiğimi de varlıkta ve varoluşta göstermeye çalışmaktır… ayet dediğimiz de delil anlam içeriğine haiz olması ile beraber, varlıkta ve varoluşta karşılığı olup da ussal olanın kavram ve betimlenmiş olarak olay-ilişki örüntüsünde anlamlılığı içeriyor olmakta görünüşe taşınıyor olması değil midir? Sadece ussal ve deneyime açık

-keşfi- olanı tanımlayarak ifade etmek değil, neden bağıntısında modellemiş olarak tanıtlamak ve varlıkta ve varoluşta karşılıklarını gösteriyor olmanın delillendirmesinde kanıtlıyor olmak, bilgibilimsel olmanın gerekenidir.

Yeniden sudur diyerek sohbete devam edersek: yaratım en temelde, kendi dışı olmayıp da kendi ile dolu olan Tanrı’dan başlıyor iken kendi dışına bir taşma ile yaratım gerçekleşmekte değil, kendi varlığına derinliğine inme olanağı ile katmanlı yaratabilme olanağında yaratım gerçekleşmektedir. Bu durumda kendiliğin derinliğinde, kendi özünde katmanlı gerçekleşen yaratım oluşu içinde var eden bir Tanrı’nın olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Yaratım kendinden bir taşmadan daha çok kendi içinde gerçekleşen özsel bir coşkunluğun sonucu olarak kendi içinde katmanlı ve derinliğine gerçekleşmekte olandır. En temelde kendi olmayı kendi ile bulan kendini kendine mekân bulur iken ayrı değil aynı da değil oluşta var kıldığı her ne ise onlara da mekân olarak varlığında evrenler yaratırken kendine dünyalar kurmakta oluyor. Çünkü anlam-değer bağıntısında her yarattığını kendi varlığına yüklem almış olarak katıyor iken yaratım gereği kendisi kılmıyor olsa da dünyasının bir parçası kılıyor.

Hem her gerçekleşme, gerçekleşme erkine bürünür iken irade belirimi olarak da gerçekleşiyor iken salt nicel değil, irade belirlenimli öznellikte yönelimsel gerçekleşmektedir. Bu anlamda Eşari kelamcıların irade ederek yaratan irade sahibi Tanrı görüşü önemlidir ve doğrudur. Ancak Eşariler sudura karşıt “Yokluktan yaratan” yaratım görüşleri ile yaratımın tözsel anlamda neden gerçekleştiğinden uzak ve yanlış bakmakta oldular. Yaratımın nasıl gerçekleştiğine dair eksikleri olsa da irade eden Tanrı ve vesileci görüşleri ile mümkün kılınmış olunma gerçeğinden bakarken doğru yoldaydılar.

Sorunlarımızdan bir tanesi Allah mekânda mıdır değil midir?

Mutezile alimlerinden biri başlamış vaaz vermeye “Ne yerdedir, ne gökte, ne sağdadır, ne solda, ne içeridedir, ne dışarıda” kalkmış birisi, “Hocam yok diyeceksin de diyemiyorsun” demiş. Dikkat edecek olursanız yine Tanrı tasavvuru ile ilgili bir konu. Yani ateist de Tanrı’dan konuşmaya başladığında Tanrı tasavvuruyla ilgili bir şey konuşuyor. Depreme dair doğaya dair bir şey konuşuluyorken ve Tanrı ile ilgili

olarak olumlu veya olumsuz anlamda bağıntı kurulmakta iken de Tanrı tasavvuru ile ilgili konuşuluyordur. Aristoteles Heyula derken arke problemlerini yeniden gözden geçirmekte, ondan önceki Doğa filozofları da arke sorununu ile ilgi ifadelerde bulunur iken ilk nedeni konuşmakta değiller mi? En temelde ise bir Tanrı tasavvuruna dair görüş bildirmekten öte değillerdir.

Tanrı’yı hakkı gereği bildiğimizde yukarıda ifade edilen Mutezilenin söz de alimi gibi salt tenzih itikadında bulunarak her şeyden öte bir Tanrı tasavvurunuz olmaz. Mekânları dahi kendi varlığında olanaklı kılan ayrıca kendi varlığı ile var ettiklerini kendini öznel anlamda farklı biçimlerde gerçekleştirmenin mekânı kılan (Beytullah olan insan, melek vb.) için mekândan münezzeh olmak söz konusu olabilir mi? Katmanlı yaratımda özde olanın hem içsel hem de dışsal olarak karşılıklı varoluşu var etmesi de söz konusu iken sınırsız varlığında varlığı ile gerçekleşenlere muhit iken Muhit ismi ile mekân belirlenimli bir varoluşta olduğu gerçeğine kör mü kalacağız? Öyle ise mekândan münezzehtir derken ne anlamak gerekir? Mekân belirleniminde bir şeye benzer olarak beliren, görünüşe gelen olmaktan uzak kendine benzeyen özsel nitelikleri var olduğu gerçeğini anlamak gerekir. Ayrıca sadece bir yerde olmaktan uzak her yerde olduğu gerçeği ile O’nu bilmek gerekir. Her yerde olanı sadece bir yerdedir diye nitelemek O’nu kendi gerçeğinden uzak değerlendirmek anlamını taşır.

Tanrı yaratmak ile beraber yarattıklarının üst ve ortak gerçeği iken mekânsal varoluşun katmanlı gerçekleşiyor olmasından da anlaşılması gerekir ki O mekâna haiz olmaktan öte değildir. O kendinde varlıktır ki her ne var etmekte ve katmanlı var etmenin metafizik yaratım doğası gereği var kalınmakta iken kendinde mekâna haiz mekân sahibi olması kaçınılmazdır. Şah damarımızdan yakin, her ne yöne baksak veçhini orada bulabileceğimiz, üç kişinin dördüncüsü beş kişinin altıncısı olup da daha az veya çok olsun fark etmez bütün faaliyetlerde yarattıkları ile beraber olan vb. yakinliğe dair ayet içerikleri ile baktığımızda, katmanlı olmanın doğası gereği hem içkin hem dışsal anlamda

kapsayıcı olmakta iken yarattıklarına muhit -mekân- olan bir varlığı mekândan uzak nitelemek doğru değildir. Her nereye baksak veçhini orada bulacağımız Allah, gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak gerçekleştirdikleri üzerinden fail olarak tanık olunabilir olandır. Nuru ile dolu varlığında, nurundan yarattıkları O’nun nur varlığından uzakta değildir.

Allah’ın veçhi denilirken nuruna tanık olmak, bilfiil gerçekleşen tanrısal belirlenimleri olan sıfat ve karakter/ kimlik (Esmayı Hüsna) belirlenimleri ile görünüşe gelmesi, gerçekleştirdikleri üzerinden fail olarak bilfiil görünüyor olması kast edilir. Kendinden yaratırken yarattığının var olma mahali olarak mekân olan Allah, katmanlı var olmakta karşılıklı varoluşu olanaklı kılmış iken yarattıklarına mekân olmayı kendinden ve kendinde yaratıyor olmanın doğası gereği zorunlu bulur. Zaten varlığının hem nesnesi hem de öznesi iken kendini kendine mekân bulmuş olan varlıktır. Bunun insandaki karşılığı, kendiliği kendiliğe mekân olarak buluyor olmakta deneyimlenebilir. Zamansal anlamda mekânda gerçekleşen değişen yüklemlerin geçici olması ile yarattıkları ile aynı olmadan baki olduğunu da hatırlatmak yerinde olur. Bu konu dahi Tanrı tasavvuruna dair yanlışlarımızı, eksiklerimizi görmek adına önemlidir.

Zaman-mekân bağıntısı oluşundan bakıldığında da söz konusu zaman ise Tanrı zamandan münezzehtir demek te ne kadar doğrudur. Zamandan öte bir Tanrı var ise ne kadar Tanrı olabilir? Tanrı olarak kendini görünüşe getirmesi dahi söz konusu olamaz. Yaratım ile beraber gerçekleşen zaman ve mekân oluşu bağıntısından Tanrı elbette uzak değildir. Salt tenzih itikadında zamandan öte bir Tanrı anlayışı ise yersiz ve yanlıştır. Zaman, hareket bağıntısında, bir varlığın hareket belirlenimi olarak gerçekleşir iken harekete özdeş varoluşun kaçınılmaz sonucu iken kendini gerçekleştiren, harekete haiz varoluş sergileyen, yaratımda bulunan bir Tanrı zamandan öte değildir. Öznel anlamda zamanı, gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak bulur iken geçmişi olan, özne olmanın doğası gereği gerçekleşme erkini

yönelimsel ve iradi olarak bulurken de gelecek belirlenimlidir. Geçmiş ve gelecek belirlenimli ussallık bağıntısında şimdi ve burada olarak kendi olmayı yaşıyordur.

Bu durumda Tanrı öznel anlamda zamansal olmaktan uzak değildir. Hem varlık ezeli olsa da yarattığı andan itibaren Tanrı olur iken Tanrı olmasının dahi bir yaşı yok mudur? Mekân-zaman bağıntısında gerçekleşenlerin daim yaratıcı faili iken gerçekleşenlerin zamansal bağıntısında kendisine de zamansal anlamda ussal olarak yön veren değil midir? Her iş hikmeti ile gerçekleşirken zamansal anlamda süreç, evre, gelişim bağıntısında yaratım, özsel olan gerçeğin açık olmasının gereğinde gerçekleşmekte değil midir? Her an yeni bir tavırda yaratıma açık oluş içinde bulunan Hafız ismi ile beraber öznel zamansallığa haiz değil midir?

Elbette yaratımı yaratım sonucunda olmuş bitmişlikte ve hep yaratıma açık oluş içinde bulmaktayız. Bu durumda varlıksal anlamda ayrı olmadan var olunduğu içindir ki Tanrı ile eş zamanlı bir zamansal çizgimiz olsa da yaratılmış olmanın olmuş bitmiş kılınmış olunmasının sonucunda ve katmanlı varoluşta karşılıklı varoluş ta olanaklı kılınmış iken Tanrı’nın zamansal olarak yarattığından ileri de olduğu gerçeği ile eş zamanlı olmayan bir varoluşta bulunduğunu da belirtmek gerekir. Ayrıca, her var olan zamansal anlamda süreksizliğe gebe var olmayı bulur iken Tanrı’nın varlığında fani olarak gerçekleşmektedir. Süreksizlikte sürekli olan Tanrı iken Tanrı’nın zamandan münezzeh olduğunu belirtecek isek O’nun bitimli bir zamansallığa haiz olmadığı gerçeğini belirtmiş olarak zamansız olduğunu yani daim olduğunu belirtmek gerekir.

Bu anlamda nesnel anlamda bitimli ve referansına göre izafi gerçekleşen her zaman belirlenimine aşkın kendi zamansal belirlenimi olan bir oluş içinde kendi zamansal kıldığını, farklı bir deyişle de gerçekleştirdiğini söylemek yerinde olur. Yaratıma dair O “Ol” derken oldu kıldığı her ne ise zamansal anlamda gerçekleşme olanağı bulur. Bu

durumda O’nun kendi zaman genişliğinde var kıldığı her ne ise zamansal süreç, evre, gelişim belirleniminde gerçekleşir. Kendisi de yaratmış olduğundan ayrı olmadan gelecek belirlenimli olarak yarattığının hep ilerisinde bulunur. Bu katmanlı var olmanın doğası gereği de kaçınılmazdır.

Demek ki Allah zamandan münezzeh değil. Yaratım gereği dahi münezzeh olması düşünülemez. Zamandan münezzeh derken fani olmaktan yana münezzeh olmayı kast etmek gerekir. Bunun haricinde gerçekleşme ve yaratım erki gösteren ve düşünmeyi yaratım etkinliği olarak bulan bir varlığın zamansal olmaktan beri olduğunu belirtmek, gerçekten öte zandır.

Zaman ve nedensellik söz konusu olduğunda nedensellik; neden sonuç ilişkisinde mi gerçekleşendir yoksa erek neden bağlantısında mı gerçekleşendir?

Zamansal anlamda öncelik bağlamında nedenin sonucu belirlediği sağduyusu ile bakarız. Bir neden var ve sonucu belirli kılıyor ama sonuçların nedeni belirli kıldığından genel de bakmayız. Doğaya dair olup biteni neden-sonuç bağıntısında değerlendirir ve bilmeye çalışır iken öznel anlamda yönelimler ve erek bağıntısında nedenleri belirli kıldığımız oluş içinde sibernetik ussal bir varoluşta bulunduğumuzu fark etmeyiz. Doğada olanların da yaratım gereği erek bağıntısında belirli kılınmış nedensellik üzeri var olduğunu anlar isek neden-sonuç bağıntısından farklı olarak erek-neden bağıntısında her şeyin olup bittiği gerçeğini fark ederiz. Neden-sonuç bağıntısında neden geçmiş belirlenimli değerlendirilir iken sonuç gelecek belirlenimli olarak nedenin bir sonucu olarak gerçekleşendir. Erek-neden bağıntısında ise erek zamansal anlamda gelecek belirlenimli olarak geçmiş belirlenimli nedeni belirli kılandır… ki gelecek yönelimli olarak gerçekleşmek de bu doğrultuda gerçekleşir. Sağduyumuz neden-sonuç ilişkisinde, bağıntısında var olduğunuz bir evrene tanık kılar. Ereğin/ sonucun

belirli kıldığı bir dünyadan bakarsanız ise geleceğin geçmişi belirlediği bir evren ve zamansal oluş içinde bulunduğunuzu anlarsınız.

Sudur teorisinin kendi içinde derinleşen bir gerçekliği vardır ama sudur görüşünde irade eksik bir olgu olarak durur. Sanki sudur rastgele gelişen ve gerçekleşen (öznelliği barındırıyor olarak gerçekleşse de öznelliğe yitik) nesnel bir olaydır. Gayri iradi gerçekleşen bir durumdur. Ancak gayri iradi denilen her ne var ise en temelde gerçekleşme erkine bürünür iken irade belirlenimli gerçekleşmekte iken iradeden yoksun gerçekleşmekte de değildir. İrade yükleminde anlamlılığa haiz olarak da gerçekleşir. İrade bağıntısında anlamlılık, yaratım oluşuna içkin gerçekleşse de özsel olarak yaratılmış olana önsel gerçekleşendir.

Bu durumda iradeyi doğru tanımlamak gerekir. Her ne ki nesnel zeminden kaynaklı olarak öznel anlamda gerçekleşme erkine bürünmekte o irade olarak vücud bulmaktadır yani gerçekleşmektedir. Kendini gerçekleştirme olanağı ise kendilikte en temelde düşünme etkinliğidir ki düşünmek, iradeye içkin kendini gerçekleştirme olanağıdır… yaratım olanağı olarak sonuçta gerçekleşendir.

Kendinde gerçekleştirme erki göstermek, irade sahibi olmak demektir ki zaten sudur başladığı anda kendi dışına koymadan kendi içinde kendini gerçekleştiren, kendi içinde derinlik kazanan bir varlıktan bahsediyoruz. İrade kendini gerçekleştirme erki göstermektir. İrade derken Tanrı’da da zaten en temelde gerçekleşen bir sıfattan bahsediyoruzdur. Her gerçekleştiğinde, gerçekleşme erkine bürünen olanakları, irade belirlenimli olarak gerçekleşmektedir. Olanaklar gerçekleştiğinde, aidiyet olarak sahiplenildiğinde, gerçekleşme erkini – iradesini- melekeleri olarak yüklem alıyor.

Düşünmeye haiz en temelde gerçekleşen yüklem irade iken gerçekleşmenin sürekliliği içinde olanakların çeşitlenmesi ve yüklem almanın çeşitliliğinde çeşitlenmiş olarak gerçekleşiyor. Ereğe bağlı irade etmekte ise tercih olarak biçim kazanıyor. Rahman, Rahim hep

bir meleke olarak yüklem alınan olanaklardır. Gerçekleşme erkleri, irade olarak sabit kılındığında artık meleke olarak öznelliğin bir yüklemidirler. Karakter belirlenimli olarak ereğinde gerçekleşir iken tercih etmenin de bir belirlenimi olarak yönelimli kılarlar. Sizler bu örnekleri, diğer ilahi sıfat ve karakter bağıntısında çoğaltarak anlayışınıza örnek yapabilirsiniz.

Şunu da belirtmek gerekir ki duygusu olarak ta neleri kendinde gerçekleştirmektedir onları da meleke, karakter ve kimlik belirlenimi olarak yüklem alıyor. Rahman, Rahim, Vedud vb. ilahi isimleri bu yönde değerlendirerek anlamak yerinde olur. Melekeler; düşünme, irade, us, görme, duyma vb. olmak ile beraber duygu biçimsel olarak edinilen yüklemler de olmaktadır. Yüklem olmak ile beraber değişen oluş için de değer biçimsel var olmayı olanaklı kılmaktadır. Bilfiil gerçekleşiyor iken bilkuvve yapısal kılınmış olarak vücud bulmaktalardır. Ussal olmak bilfiil gerçekleşir iken meleke olarak bilkuvve yapısal kılınıyor. İrade bilfiil iken bilkuvve yapısal kılınıyor. Sevgi bilfiil iken bilkuvve yapısal kılınıyor. Merhamet bilfiil iken bilkuvve yapısal kılınıyor. Artık meleke olarak öznel potansiyel oluyor.

Meleke sadece bu da değil, bilgiye dair edindiklerimiz de hıfzedilirken, içselleştirilirken kullanım belirlenimine göre farklı melekeler edinmemizin aracı oluyor. Zaten bilfiil iken bilkuvve vücuda gelen ve yapısal gerçekleşen her ne ise enformasyon ilişki bağıntısında gerçekleşir iken meleke olma olanağında gerçekleşmektedir. İnsan olabilmenin anlam-değer, duygu-irade akışında gerçekleşen ilişkilerinde bilfiil gerçekleşip de bilkuvve vücud bulan aile, devlet, baba, anne, eğitim, tıp vb. kurumlarda genel melekeler olarak gerçekleşenlerdir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir durumda bilfiil gerçekleşirken bilkuvve vücuda gelen her ne ise öznesi ile gerçekleşme olanağı bulmasıdır. Allah ise varlıksal anlamda bilkuvve karşılığı olup da bilfiil gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak görünüş bulandır. Bütün mevcudat

bilfiil gerçekleşirken bilkuvve vücud bulmakta iken O’nun fail olması sonucunda görünüş bulur. O hareketi kendi özsel doğası gereği bulur iken varlıkta hareket kendini gerçekleştirmenin, yaratımın, var olmanın en temel belirlenimidir. Bu neden ile dahi olsa eskilerin salt tümel belirlenimli nicelikten öte, Tanrı anlayışları en temelde yanlış değilse de eksiktir. Hareketi gerçekleşme/ yaratım belirlenimi olan tanrısal olarak bulan Tanrı için, hareketi içeriyor olarak kendini gerçekleştirmeyi, yaratmayı buluyor olması, var olmanın cevheri olan nurunda hareketi de içeriyor olarak var olduğu gerçeği anlamını taşır.

Nur ve hareket var olmanın en temel belirlenimleri iken kendilik -şahıs/ ben olma- düzeyinde kendi olmak, hareketi içeriyor ve hareket bağıntısında nicel belirleniminde yekvücud olarak tümel belirleniminde kendi olmak anlamına içkindir. Kendi ile dolu olanın hareket bağıntısında kendinde kendi varlığın hem nesnesi hem öznesi olarak nokta olması, bir eksiklik değil var olmasının doğası gereğidir… ki en basit örnek ile iki gözden bir şahıs olarak bakarken şahıs olma durumunda şekilsiz ve kendi olma durumunda kendinde nokta ve tümel belirlenimli olunmaktadır. Böyle olsa da bakma eyleminde, bakan şahıs kendinde bakma eylemine içkin nicelliği içeren hareket belirleniminde özsel olarak kendinde gerçekleşme erki -iradesi- göstermektedir.

“Her an yeni bir tavırdayım” diyen Cenabı Allah her an yeni bir tavırda olmanın nicel belirlenimli hareket bağıntısında kendini gerçekleştirir. Tavırda olan, kendi olma bütünlüğünü de yine kendinde bulmuş olarak farklı gerçekleşme biçimlerinde bulunsa da kendi olma bütünlüğünü koruyor olarak gerçekleşme eylemlerinde bulunuyordur. Nur ve hareket özdeşliğinde hem nicelliği barındırıyor olarak özsel hareket kabiliyetinin olması hem de özsel hareket kabiliyeti ile beraber kendinde yekvücud -nokta- olarak şahıs -ben- olma özelliği gösteriyor olunması mutlak varlığın var olmasının doğası gereğidir… ki kendinden yarattıkları da harekete içkin var olmayı, doğaları gereği özsel

gerçekleşen bilfiil olmakta iken bilkuvve vücud bulmakta bulur. Bu

durumda nur ve hareketsiz bir yaratımdan, varoluştan bahsedilmez.

Var olmak hareketi içerirken mutlak bir dinginlikten -hareketsizlikten bahsedilmez. Varlığa özdeş gerçekleşen her hareket belirlenimi de özdeşliklerde farklılık belirlenimi görülmediğinde kendi olma belirlenimine içkin hareketi fark etmemeye sebeptir. Hareketsiz olarak gördüklerimiz de özde gerçekleşen harekete içkin kuvvet etkileşim bütünlüğünde kendi olmayı bulurken bulduklarımızdır. Harekete özdeş hareket belirlenimli olup da hareketsizmiş gibi gördüğümüz, deneyimlediğimiz dünya ve kendi olmaya dair şahıs durumuna dikkat edildiğinde harekete içkin var olunduğu görülür. Tasavvufta mertebeyi sakine-de denilen seviyede de hareketsizlik değil, harekete içkin kendi olmayı en özsel durumda deneyimlemek, kendi ile dolu iken kendi olmanın noktalığında kendi olma durumunda bulunmak deneyimlenir. Ussal anlamda bu mertebede kendi olmayı takip eden biri, kendi ile dolu kendi -ben- olmakta sadece kendidir. Olumsuzlamayı olumsuzladığı olma durumunda bulunur. Böyle iken bakan olarak kendi özünde gerçekleşme erki -irade- gösteriyor olmak, kendi özünde nicelliğe haiz harekete içkin gerçekleşme gösterdiği görmezden gelinemez.

Kendilik özünde gerçekleşme hareketi içeriyor olarak kendi olmayı en temelde nur olmakta bulur. Kendisi ile beraber, kendinden kaynaklı olarak ne gerçekleşmekte ise harekete içkin bilfiil oluşta bilkuvve vücud bulmuş olarak gerçekleşir. Önemli olan kendi özsel hareketini takip ederken gerçekleşme erkinde ne yönelimli olduğunu takip ediyor olarak kendiliği kıldıklarımızın farkında olmak ile özden -içerden- başlayan gerçekleşme/ yaratım hareketine denetim hareketi getirmiş olarak yaratımda kendimize yön verebilmek, ahlaki çizgiler edinebilmektir. Ahlaki anlamda sınırlar, yönelimsel anlamda da çizgiler ediniyor olmak ile var olma hareketini kendi olmaya dair yaratım hareketi olarak biçimleyebilmekteyiz.

Sorunuza farklı bir yönden cevap olarak belirteyim ki: kendinde niceliğe dair nesnelliği barındırmayan bir öznellikten bahsedemezsiniz. Tanrı’nın varlığında vücut dediğiniz sıfatı yani varlık olma durumu zati anlamda şahsından ayrı değildir. Aynılık düzeyinde özdeşlikte kendi olma durumunda yaşamsal olarak bulunur. Vahdeti şuhudun öngördüğü, zatının vücudundan ötede olduğu savının bu anlamda bir gerçekliği de yoktur. Şöyle söylenmiş olsalardı kabul edilebilir. Her ne kadar nur olan bir varlığı olsa da nurun nesnelliğine aşkın şahıs olma niteliği göstermektedir. Bu durumda nesnellik zemininde nesnelliğe aşkın şahıs olma durumunda kendi olan Tanrı’nın gerçek varlık durumuna dair bir şey söylemiş olacaklardı… ki bu durumda Tanrı’nın kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi olarak varlık nedeni yine kendi olan olduğunu da vurgulamayı, felsefi anlamda metafizik durumu ile belirtmiş olmaya da yol bulmuş olurlardı. Yani Allah’ın varlık durumu ile zati anlamda şahıs olma durumu aynılık düzeyinde özdeşlikte kendi olma durumu olarak gerçekleşir. Şahıs anlamında zatı; nurundan, varlığının ne olduğundan öte durmakta veya gerçekleşmekte değildir.

Böyle dedikten sonra sorunsal anlamda önümüze ne çıkar? Problem şudur ki nur dünyasına dalındığında, kendi varlığında katman katman ve türev biçimsel olarak nurlar nicel belirlenimli olarak çeşit çeşittir. Bu durumda nicel belirlenimli çeşitlilikte Allah’ı nasıl bilmemiz gerekir. Elbette yaratım ile beraber türevsel olarak çeşitlilikte nurlar var. Allah, böyle bir çeşitlenmenin neresinde. Katman katman gerçekleşen uzaysal boylamda her nur evreni özgül ve kendi alanı gereğinde özerk oluş içinde var kılınır ama bir üst katmanın zamansal öncelik belirlenimine göre gelecek belirlenimli belirleniyor olması doğrultusunda gerçekleşir… ki kendi evreninde özerk ve özgül görülen bir üst evrenden (katmanlılığı içeren kattan veya boyuttan) bakıldığında, özsel olarak nur olmalarında aynılığı korusalar da türev ve fail olma etkileşim kuvvet farklılıklarına göre ayrı değil aynı da değil oluş içinde gerçekleşirler. Bu durumda Kur’an’daki Biz ifadesinin de

ahlak biçimsel bir ifade olmaktan öte ontolojik ve varoluşsal karşılığı olan bir ifade olduğu gerçeğine açık oluruz.

Biz olmak çokluğu barındırıyor olmayı içerdiği gibi özsel nitelik olarak nurun ahad olması sebebi ile kendinde vahit olma özelliği gösterdiğinin gerçeğini taşır. Bu durumda dikkat edilmesi gereken; sınırsız hareket kabiliyetinde öz nitelik olan nurun tekliğine -mutlaklığına- bağlı olarak kendinde birliğin korunuyor olmasıdır. Birlik içinde yekvücud olmak ile beraber erek biçimsel olarak yaratım etkinliğinde bulunuluyor olduğudur. Her türev belirlenimde özde aynılık korunduğundan bütünlükten kopuşta yoktur.

Evet, kendinden türev olarak birçok nur var ediliyor. En temelde simsiyah zati kibriya nurları ve onların aydınlanmış nötrino denilen Rabb-ül Âlemin nurları diğer türev nurların özsel anlamda aslıdır. Kendi olma aidiyetini koruyarak her birine içkin olarak kapsayıcı ve dışsal olarak da kuşatıcı var ediyor. Her birinde iş görüyor ve zamansal anlamda gelecek belirlenimli önceliği sebebi ile onları belirli kılıyor. Her katmanın nurlarını da katman, kuvvet ve etkileşim biçimine göre de özerk kılmak ile beraber özgün kılıyor. Katman katman saf saf fonksiyonel bir dizilişte özerklik alanlarında var oluyorlar. Düşünün ki nötrinolar kendi sınırsız özgürlük alanında ve diğer nurlar da özerk kılınmış oldukları katman alanında özgüllükleri olan yani kendi olmaya dair gerçeklikleri olan bir yapısallıkta fonksiyonel olarak varlar. Hem özsel aynılıkları hem de hareket ve kuvvet etkileşim biçimlerine göre birlik içinde yekvücud yaratım etkinliğinde bulunuyorlar. Bunun içindir ki Kur’an’da “Biz” lafsı ile yaratıcı etkinlikte kılıcı, verici, yapıcı vb. olduklarını ifade edebiliyorlar. Bu durumda Kur’an’da bu gerçekliğe dikkat çekiliyor olması elbette önemlidir… ki Tanrı varlığında her ne gerçekleşmekte ise mertebe, makam ve hal olarak bir biçimde hatırlatılmış olmakta, zikredilmekte.

Atomların alanı bir özerklik alanı, elektronların alanı bir özerklik alanı,

moleküller alanı bir özerklik alanı ve her biri yaratıcı etkinlikte iken

ayetlerini dillendirmiş olarak ifade ederim ki ‘’Suyu veren biz değil miyiz’’, ‘’ Yolları veren biz değil miyiz’’, “Sizi işitici ve görücü kıldık” vb. der iken özde vahidiyeti içeren Biz olmanın gerçeğinden kaynaklı olarak kendilerini de dilde görünüşe taşımaktalar. Kendinde Ben olan biz olarak da Kur’an’da hitapta bulunuyor. Gerçek olduğu durum belirlenimlerine göre insanı muhatap alıyor. İfadesinde kendini de görünüşe taşıyor. Türev anlamında her biri yaratıcı etkinliğe üst katmandaki yaratıcı etkinliğe katılıyordur. Karşılıklı var olma olanağında etkileşimlerde bulunmak ile beraber aynalaştıkları belirlenimlerde biz olduklarının da şuurunda olanlardır. Her ne kadar bir üst katmanda olan zamansal anlamda yaratımda belirleyici olsa da katmanlı varoluşun karşılıklı var olmayı da olanaklı kıldığı gerçeğinde özerk ve özgül anlamda kendi olanlar arasında ilişki karşılıklı etkileşim içinde gerçekleşme olanağı bulur… ki bu durumda varoluş gerçektir. Varoluş hakikatten alınan paye kadarı ile pay sahibi olunduğu kadar gerçek olarak deneyimlenir, yaşanır.

Yaratımda zamansal önceliği olan, katmanlı varoluşta gerçekleşen yaratım sonucunda zamansal anlamda yarattığını hep önünde bulur. Bu anlamda sonuç ne demektir? Sonuç, nedenin sebep olduğu değil, nedeni belirli kılandır. Neden sebep olan değil, sonuç asıl sebep kılandır. Geleceğin belirli kıldığı bir oluşta geleceğe doğru yürürüz. Sağduyunun yanılgısında ise geleceği neden-sonuç bağıntısında buluyor olarak yaşamaya eyleniriz.

“Biz oyun olsun diye yaratmadık” denilirken dahi ereğin, dolayısıyla da geleceğin belirleyici olduğu bir oluş içinde gerçekleşme olanağı buluruz. Yaratılmış veya yaratılmakta isek her daim olmuş bitmiş içinde var olunur. Bu sorunsal olarak birçok şeyi önümüze getiriyor. Kader sorunundan tutun da özgür irade sorununa kadar birçok olguyu yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor. Bunlara da bir cevap olsun anlamında değilse de kader ve özgür irade olgularını anlayabilmek adına dahi olsa Cebrail’in yaratım miti önemli. Madem ki yaratım olmuş bitmiş olma durumunda var olmakta gerçekleşmekte… öyle ise

varlıksal ve anlamsal olarak, yaratılmış olanın ne hükmü var? Adalet dediğin ne? Cennet ve cehennem dediğin ne? Varlığın bir yanılsama mı yoksa gerçekte var mısın?

Eğer Tanrı’yı hakkı gereği yani metafizik belirlenimleri ile ne olduğuna ve yaratımı kendinden başlatmış olarak nasıl gerçekleştiğine dair ayrıca yaratım ile beraber ne durumda bulunduğuna dair gerçekte neleri yaşadığını/ deneyimlediğini bilmeye, anlamaya başlarsak, yaratım sonucunda yaratılmış olanların gerçekliğini de bilmeye kapı aralamış oluruz… ki nurlar arası katmanlı hiyerarşide bir üst katman hep bir alt katmanı varoluşsal olarak belirli kılmaktadır. En son aşağıların aşağısı denilen esfele safilin olan yerde bulunmaktayız. İşte bütün o yüksek âlemlerin sonucunu yaşıyoruz. Özsel olanda gerçekleşenlerin sonucunu olmuş bitmiş olmakta hep deneyimliyoruz. Bunun ile de kalmayıp neden bağıntısı içinde bulunduğumuz âlemde gerçekleşenlerin de sonuçlarına bağlı bir oluş içinde gerçekleşiyoruz, yaratılıyoruz. Bu durumda gerçek miyiz?

Formel mantık ile bakıldığında nedeni kendi olmayanın gerçekliğinin bir yanılsama olduğuna dair görüş bildirebiliriz. Ancak katmanlı varoluşta hakikatten alınan paye kadarı ile pay sahibi olarak var olunur iken gerçeği deneyimlediğimiz içindir ki gerçeğiz de diyebiliriz. Var isek gerçeğiz. Hangi nedenin izdüşümü, izleği veya sonucu olursak olalım fark etmez gerçek ne ise onun ile var olan da gerçekten aldığı paye gereği ile gerçek olmayı kendi olmakta bulmaktadır. Varlık nedeni ne olursa olsun, varlık sahnesine özgül yani kendi olmaya dair belirlenimleri ile özgün yani biricik ve kendini gerçekleştirme erkini özünde buluyor olarak da bulunduğu alanda özgür olarak var kılınıyordur… ki gerçekte yaratım, yaratım olmuş olsun.

Varlığınızın anlamı ne? Kim ne yapıyor? Ayetler ile bağıntılı olarak belirteyim ki: Bir yaprak dahi O’nun ilminin dışında düşmekte değilse… kuşlar onun izni ile uçmakta ise… görücü ve duyucu kılınıyor olmakta isek… başı boş bırakılmış da değil iken… alnımızdan tutulmuş bir oluş

içinde var oluyor iken… Tanrı istemeden istemenin yani gerçekleşme erki göstermenin gerçekleşmediği bir oluşta varsak… Yaratıcı fail olanın gerçekleştirdiği bir oluş içinde yaratılmış olmayı buluyorsak varlıksal anlamda ne hükmümüz, tinsel anlamda ne anlamımız var? Bir daha söylemek gerekir ise bu böylesi ifade etme sürecinde elbette varlıksal anlamda bir yanılsama olduğumuz ve asıl var olanın Tanrı olduğu gerçekliğine varılır.

Asl olan elbet Tanrı’dır ve Tanrı her kimi kendi ile var etmişse, onu da kendisi ile gerçek kılmıştır. Bu anlamda elbette hakikat ile var olsak da varlık sahnesine, başkası kılınmış olmakta yaratılmış olarak kendimiz çıkmaktayızdır. Hakikate kıyasen özerk değilse de kendi olmaktan yana özerk olduğumuzu da ayrıca ifade etmek isterim. Bunun ile de kalmayıp, katmanlı varoluşta varlık sahibi olmak değilse de varoluş karşılıklı gerçekleşir iken ilişkide ortak gerçeklik olarak gerçekleşir… ki bu durumda karşılıklı varoluşta anlamlılık, öznellik/ tinsellik açık olur.

Başka bir deyişle de yaratılmış olanlar her ne kadar hakikaten paye almış olarak hakikate kıyasen özerk değil ama kendi varlık alanları gereğinde kendi olma beliriminde özerk var olsa da karşılıklı var olmanın olanaklı kılınmış olduğu bir oluş içinde yaratılmış olan ile Rahman, Rahim, Vedud, Gaffar, Kerim vb. olmak bulunuyor iken yaratılmış olan da bu tanrısallardan nasipli olarak var olmakta iken karşılıklı varoluşta ucu açık bir yaratım oluşunda her var olan kendi olmayı gerçek buluyor olarak varlık sahnesinde vücud bulur. Tanrı Tanrı olarak, yaratılmış olanlar da yaratılmış oldukları karakter belirimlerin çizgilerinde ve izleğinde kendileri olarak gerçekte var olur. Yaratım sadece doğrusal ve tek yönlü değil, katmanlı varoluşta karşılıklı olarak aynalaşma, farklı bir deyişle de her var olanın refleksiyon belirlenimleri üzeri kendi olmasında gerçekleşir.

Bir yeri daha tamamlayalım. Nesnel olan nicel belirlenimden nasıl oluyor da tümel belirlenimler çıkıyor?

Yaratma başladığı anda her yaratım gerçekleştikten sonra yapısal ve tümel belirlenimli olarak bir nitelemeye döndüğünde tümel belirlenim olarak ortaya çıkıyor…Görme, duyma, irade etme, ilme bağlı melekeler edinme, duygu belirlenimli tümeller vb. evrensel olan ortak gerçekler ediniyor olmak, yaratım ile beraber tümel yüklemler edinmek anlamını taşır. Ayrıca yaratılmış olanlar da tümel belirlenimleri ile kendi olmayı buluyor iken nicel belirlenimli yaratımın sonucunda anlam-değer, içerik-biçim, temsil-tasvir, ölçü-niteleme-gerçekleştirme, izafiyet- indirgeme belirlenimlerinde görünüş bulurlar. Ağaç diye bir şeyi var ediyor yapısal kılındığı kadar tümel ideasına bağlı olarak hep yeniden ve farklı biçimlerde yeni tümel belirlenimlerde yaratılmaya devam ediliyor.

Aslan, insan, karınca için de böylesi bir oluşta tanrısallardan paye alırken böylesi var oluyor. Kendi olmak, her ne kadar nicellik belirleniminde nesnel gerçekleşiyor olmak ile beraber öznel tanrısallar/ tümellerden de paye almış olmanın gerçeğinde gerçekleşmekte. Bilfiil gerçekleşme olanağında bilkuvve vücud bulan her ne ise enformasyon ilişki bağıntısında tümel belirlenimli olarak yaratılmış oluyor. Devlet, aile, baba, anne, Tanrı olmak dahi gerçekleşme karşılığına göre nitelemede bulunuyor olarak tümel belirlenimli vücud bulmak, gerçekleşmek anlamını taşıyor. Her yüklem alınanın yapısal ve işlevinde meleke kılınıyor olması, tümel belirlenimli olarak gerçekleşmesini olanaklı kılmakta.

Ereğine bağlı belirlenmiş neden olarak özde ne için ise öylesi tümel belirlenimli gerçekleşen her ne ise kendi olma gerçekliğini tümel belirlenimlerinde bulmaktadır… ki tümel belirlenimlerine göre mahiyeti belirlenmiş olmaktadır ve mahiyetini açık eden, özü ile bağıntılı olay ve ilişki akışında kendi olmayı vücuda getirir/ gerçekleştirir. Ereğe bağlı belirlenmiş tümel nedenleri ile kendi olmayı bulan, kendi olmanın yaratıma açık oluşu içinde kendini tümelleri çizgisinde kıvam belirlenimli olarak gerçekleşme olanağı bulur. Erekte olanın açık olmasının kıvamını tümel belirlenimleri çizgisinde yaratıma

açık oluşta bulur. İnsan denilen Tanrı’nın halifesi de halife olmasının tanrısal olan tümel çizgilerine haiz iken halife olmanın yaratımına açık oluşu içinde kendi olmayı gerçekleştirdiklerinde halife olarak varlık sahnesinde bulunur.

Bizlerin isimler vererek nitelemede bulunması ise her varlığı mahiyeti gereği kendimize aşikâr etmek, gerçekliğini görünür kılmak, bir nevi onun ile ortak bir ilişki, varoluş dünyasında varlığa tutunmanın araçsallığında beraberce var olması içindir. İsimlendirmek, isimlendirileni bütünlükten koparmak değil, bütündeki yerindeliğini göstermektir. İsimlendirmek, kendinde mahiyeti olmayanın nitelenerek anlamlandırılması değil, kendinde mahiyeti gereği anlamlı olanın anlamının açık edilmesidir. Dışarda bir anlam yok diyenlere inat, yaratım özden kaynaklı olarak anlamlılık içermekte gerçekleşir iken çeşitlilik de bunu aşikâr etmekte iken katmanlı var olmakta gerçekleşen aynalaşmaya dair karşılıklı varoluşta birbirine anlam akışında açık olan var olanlar arasında varoluş hem kendi olmanın hem de birbiri ile var olmanın anlam bulma ilişkisinde gerçekleşir.

Bilmek de sentetik değil, analitik gerçekleşir. Yani varlıkta veya varoluşta gerçekleşeni kurguluyor olarak değil, varlıkta ve varoluşta karşılığı olanları neden bağıntılarında dil dolayımında karşılıyor olarak gerçekleşir. Olan bitene dair gerçekleşenler, kendi neden bağıntılarında analitik belirlenimli bilmekte gerçekleşir iken bilmek, anlamlandırma etkinliği olmaktan daha çok anlam bulma ve anlam keşfetme etkinliği olarak gerçekleşir. Dolayısıyla da her anlam bulma, anlama durumu, bir gerçeklik veya gerçekleşirken gerçeklik belirlenimi olarak görünene tanık olma durumu olarak gerçekleşir. Katmanlı bağıntılılıkta olanaklı kılınmış karşılıklı varoluşta birbirini karşılayan gerçeklikler arasında bilmek, dil dolayımında olanaklı kılınmış iken aynalaşmaya dair çift yönlü olarak da gerçekleşmesi gerekendir. Katmanlı var olmakta gerçekleşen çoklu gerçeklik/ anlamlılık sebebiyle de bilmek, çoklu anlamlılığa da açık olmakta gerçekleşmesi gerekendir.

Tanrı’ya ait olanların yaratılmış olanlara dair kılınmış olması ile bilfiil iken bilkuvve gerçekleşen varlar, özde tanrısallar ile var iken varlık sahnesine ayrı değil aynı da değil bağıntısında kendi olarak çıkıyor olma durumunda bulunur. Bu ifade edilen gerçeklikten de bakıldığında çift yönlü gerçekleşen varoluşta bilmek de çift yönlü gerçekleşmesi gerekendir. Katmanlı varoluşta ayrı değil aynı da değil bağıntısında birbirini içeren gerçeklikler arasında bilmek çift yönlü gerçekleştiğinde; olup bitmekte olanı, süregelen varoluşu ve varlığı daha doğru bilmiş, neden bağıntılarında bilmek ile de hikmetinde görmüş oluruz. Bilmek varlığa, kendiliğe -var olmaya dair bir tutunma biçimi iken bilmek ile talim edilen gerçeğe daha doğru biçimde tutunmuş olarak katılmış oluruz.

Varlığın anlamı; olay-ilişki örüntü akışında, anlam-değer-duygu akışında, iradeye dair gerçekleşme belirlenimlerinde, bütün içindeki yerindelik ve gereklilik belirlenimlerinde gerçekleşir iken açık olur. Varlığın anlamına açık olmak, onun ile gerçekleşen ilişki etkinliğinde ona duyarlı olunduğu kadar ilişki geliştirdikçe olanaklıdır. Varlıkla ilişki bütünlüğünde hemhal oldukça, aynalaştıkça da anlamını anlamaya açık -keşfe dair- oluş içinde bulunulur.

Anlamlılığa dair tümel belirlenimli her ne gerçekleşmekte ise nicelliği içeren nesnel ve öznel belirlenimleri ile anlamlı olmayı kendi olarak var olmakta bulmaktadır. Buna açık olmak ise sadece onları tümel belirlenimleri ile bilmek değil, ilişki ve olay bağıntısında kendi olma anlamlarına açık olma duyarlılığı göstermek ve hakiki olarak ilişkide bulunmak, onlara eğilebilmek ile gerçekleşebilir. Var olma çabası gösteren her varlığın kendi olmaya dair bir anlamlılığı var iken kendi olma çabası gösteren varlığı anlamak, anlamına açık olmak için ona eğilmek gerekir. Nicel belirlenimli nesnellik zemininden kaynaklı olarak var olunsa da tümel belirlenimli olarak kendi olmanın anlam-değer belirleniminde varlık sahnesine katılınır… varlık yaşanır, var olmak deneyimlenir. Nedenimiz üst ve ortak bir gerçeklik iken aynı özden kaynaklı olarak her ne var olmak ta ise aslı ile zaten anlamlıdır. Aynı

özden kaynaklı olarak var iken her varlık aslı ile bağıntıda diğer varların anlamlılığına da bir biçimde açık bir varoluştadır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki özün nicel belirlenimli olması dahi kendi öz niteliklerinden iken tümel bir belirlenimidir. Onu kendi olduğu gibi bilmek de mahiyeti gereği bilmek anlamını taşır iken gerçekte ne, nasıl olduğuna veya kendi olmasına dair taşıdığı anlamı ile O’nu bilmek anlamını da taşır.

Evet nesnelliği içeren bir Tanrı var ama “Habibim seslendim sesimi duyan olmadı, baktım gördüm olmadı” da diyecek kadar nesnelliğine aşkın öznel var olan bir Tanrı olduğunu da unutmamak gerekir. Yaratıma başlamadan öncesi olan yaratıcı şahısın kendi ile dolu olan derin yalnızlığı. Nasıl bir derin yalnızlık vardır ki kendi dışında bir şey bulmayacak kadar kendi ile dolu ve yalnız. Hiçliğin âmâsında yani kendi dışında başka bir şey görmemek, kendi dışında başka bir şey veya kişiyi bulmamak, kendi ile dolu olan derin bir yalnızlık. Böylesi bir durumu hiç empati ettiniz mi? Yaratım böylesi derin yalnızlığın, tek başınalığın çığlığıdır. Evet, sürekli bir yaratım oluşu içinde ve yaratıma açık var olmaktayız. Yaratımın sürekliliğini birçok neden ile anlamlı da kılabiliriz ama en temelde yaratımın sürekliliği, kendi ile dolu yalnızlığını öldürmek içindir. İşte bunun içindir ki katmanlı varoluşta kendi ile var ettiği nuru Muhammediyenin kendi katman belirimindeki özerk ve kendi olma beliriminde özgül kılınmış başkası olmaktaki var kılınmış halini, kendisinden verdiği payeler ile kendi gibi kılar iken ayna kılmakta, yani Allah ile gerçek olmayı bulan yeni bir cana habibim denilerek hitap edilmekte.

Evet, üst ve ortak bir gerçeklik ile neden bağıntılarında gerçekleşen varoluş eşiklerinde yaratıma açık oluşta varız. Bu da bizi anlamsız kılmakta değildir. Üst ve ortak gerçeğimiz olan hakikat ile anlamlı olan bir varoluşta, yaratılmış olduğumuz anlam içeriğine de bağlı olarak neden bağıntılarında yaratıma açık oluş içinde anlamlı olduğumuz ve anlamlı bir oluş içinde kendi olmayı gerçekleştirdiğimiz gerçeğine

uyanık olmak gerekir. İlişkilerde hitap-muhatap belirlenimine göre de anlamın açık olduğu oluşta, yeniden yaratıma açık iken varoluşun hep yeniden anlamlı kılındığı ucu açık yaratım oluşunda gerçekleşme olanağı bulunur.

Anlattıklarımda dikkat etmeniz gereken; Tanrı’da olanın bir biçimde yaratımda bizde de gerçekleştiğidir. Yani O’ndan bir biçimde paye almış olarak var olmayı bulur iken O’na ait olanları kendimize dair kılınmış olarak bulmaktayız. Katmanlı varoluşun sağladığı karşılıklı varoluşta ise ucu açık yaratım oluşunda yeni anlamlılığa açık hep yeniden anlam-değer, irade-duygu vb. yüklemler alırken yaratılmış olmaktayız. Anlam akışı içinde kendi olmayı kıldıklarımız ile bulmaktayız. Tanrı da yarattıkları ile ilişkide kendini gerçekleştirdikleri ile kıldıklarında anlamlı kılmakta değil mi? O karakter biçimsel anlamda ahlak ve değer biçimsel gerçekleşen Rahman, Rahim, Kahhar, Kadir, Gaffar, Kerim vb. olmayı yarattıkları ile ilişkide kendini kıldıkları ile ucu açık yaratım oluşunda bulmak da değil mi? Yani Kur’an’da Allah’a ait ne söylenmekte, Allah neler ile nitelenmekte ise bu tanrısallar, yarattıklarında da bir biçimimde onlara dair kılınmış olarak gerçekleşmekte. Bunun ile de kalmayıp, katmanlı olmakta gerçekleşen karşılıklı varoluşta gerçekleşen ucu açık yaratım oluşu, başka bir deyişle de varoluşu anlamlı kılmak, çeşitlilikte renklenirken devam etmekte ve zenginleşmektedir.

Mesele ne? Bugün metafiziği nasıl ele alacaksınız? Aristoteles’in metafizik yaklaşımı yeterli mi? Yetmez. Çünkü o varlığın ne olduğuna dair metafizik yapmakta idi. Peki olgular, modern bilim bugün bizi olgulara yöneltiyor. Çünkü istesek de istemesek de alanlar çoğaldı, o zaman alanların metafiziği, olguların metafiziği başladı… bilimin felsefesi, sanatın felsefesi vesaire… Siz tarih veya dil felsefesi dediğinizde, tarihin veya dilin metafiziğini yapıyor olmanız gerekir. Sanatın felsefesi dediğinizde, sanatın metafiziğinden bahsediyorsunuzdur.

Mesela: sanat tarihi felsefesi diyorsanız, kişi ve olay bağıntısında sanatsal gelişimi ifade etmekteyseniz, sanatın dedikodusu üzerine konuşuyorsunuzdur. Önce sanatın olgusal anlamda metafiziğine dair ne olduğunu söyleyeceksin, değişmezleri ile tanımlayacak, kavramlaştıracak ve tanıtlayacaksın… ki dedikodusunu değil de kişi ve olaylara aşkın metafizik belirlenimleri ile metafiziğini yapmış olasınız. Sonunda da metafizik belirlenimlerine göre tarihte nasıl gerçekleştiğini süreç, evre, sonuç belirlenimleri ile beraber okuyacaksınız… ve süreç, evre, sonuç belirlenimlerine göre yeniden tanımlamaya, tanıtlamaya açık oluş içinde olguyu metafizik yapmaya açık bulacaksınız. Bu durum tarih, dil, insan, bilim vb. felsefesi yapılabilir olan her olgu için felsefi dolayısıyla da ussal anlamda olması gerekendir. Böylece olgunun üzerine konuşmak değil de hakkında konuşmuş olacaksın. Bu, diğer olgusal alanlar içinde olması gereken bir yöntemselliği içerir. Bir olgunun ilkeselliğine bağlı tanım ve tanıtlamasını yapmakta iseniz zaten yöntemsel olmaya bağlı olarak bilgibilimsel olmayı koruyorsunuzdur.

Mesela bugünlerde güncel olarak Filistin olayı var değil mi? Güncel metafizik yaklaşımlar ile nasıl okunuyor? İster siyaseten ister ekonomik olarak değerlendirilsin ister ırk ve tarih bağıntısında değerlendirmelerde bulunulsun veya siyaset tarihi ile değerlendirilmelerde bulunulsun hep üzerine konuşuluyordur. Filistin olayını, siyasi bir grubun gerçekleştirdiği olay ve sonuçları üzerinden değerlendirmekte isek gerçekten uzak kör bakmaktayızdır. Olgusal olana dair metafizik görü, gerçekleşeni olay ve kişi belirlenimlerine aşkın, olayı belirli kılan gerçeklik belirlenimine göre okumaktır. Elbette olayın olay olarak görünüş bulmasının da metafizik belirlenimleri vardır… ama olgusal olan bir durum var ise olgunun gerçekliğinin olayı belirli kıldığını unutmadan olguyu bilerek olayın neden ve ne için gerçekleştiğini bilmek gerçeğe dair biliyor olarak olan-biteni değerlendirmeyi olanaklı kılar. Olgunun metafiziğinden uzak, olayın üzerine konuşmalar dinliyor isek olayın, grup ve kişilerin dedikodusunu yapmış olmaktan öte değilizdir.

Elbette olay, olgunun görünüş biçimidir ve olgusu bağıntısında gerçekleşir… ki olgusunu hakkı gereği bildiğimizde ne için gerçekleştiğini de bilmiş oluruz. Elbette olgu, anlam-değer yüklemine göre kişi ve gruplar üzerinden gerçekleşme olanağı ile vücud bulur. Böyle olmak ile beraber olgusal olanın gerçekliği, öznesi/ özneleri ile gerçekleşmekte iken gerçek olmakta, bilfiil bilkuvve olmakta gerçekleşir. Enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil olmakta bilkuvve vücud buluyor olarak gerçekleşen, yüklem alınmış anlam-değer olarak gerçekleşir iken öznelliğin gerçekliğini de belirli kılıyordur. Bu durumda kişi ve gruplara aşkın olarak yüklem alınan gerçekliğin ne olduğunu olgu belirlenimli okuduğumuzda, nedir ki olayın gerçekleşmesine sebep verdi sorusunun cevabını olgusal gerçeklik bağıntısında aramış ve bulmuş oluruz. Özne olmayı belirli kılan ilkeye, olguya dair anlam- değer yüklemli ve yüklem almaya açık gerçekleşen yaratım oluşunda varoluşu, olgusal belirlenimleri ile okuduğumuzda, olayı değil, illetini konuşmuş olarak metafizik yapmaya yani gerçeği konuşmaya başlamış oluruz.

Olayı anlamaya dair sorun nedir? Metafizik anlamda olayın sebebi olan en temel neden insandır… ki bu anlamda önce insanın ne olduğunu metafizik anlamda bilmek, ucu açık yaratım oluşunda kendini nasıl ve ne için kıldığını değerlendirmek gerekir. Yüklem almaya açık olarak gerçekleşen ucu açık yaratım oluşunda insan olmak hep anlam-değer yüklerinde gerçekleşmektedir… ki nefsi emmareye dair kötü belirlenimli olumsuz yüklemler veya ilkeye dair tanrısal olan olumlu yüklemler de almak ile olay-ilişki örüntüsünde kendini gerçekleştiren insandır.

Söz konusu insan ise Jung’a da uğrarsın, Freud’a da uğrarsın. İnsanın kendine içkin gölge bir canavarı var olduğu, bilinçaltı olduğu gerçeği ile menfaatler söz konusu ise acımasız ve zalim olduğu gerçeğine de uyanırız. Yani nefsi emmaresi ile şeytanlaşmaya açık bir yaratım oluşunda bulunabilen insan olma gerçeğine de uyanmış oluruz. Bunun

haricinde ilkeye dair yüklemler almaya açık yaratım oluşunda

erdemlerde insan olmaya açık insana da tanık oluruz/ olabiliriz.

Diyalektiğe bağlı ucu açık yaratım oluşunda herkesin tanrısal belirlenimlerine bağlı saflarını açık ettiği, zalimin yanında mı mazlumun yanında mı olarak kendini yaratabilme olanağını nasıl gerçekleştirdiğine de tanık oluruz. Söz konusu insan ise tanrısalları yaşayandır ama ya zalim olmakta hak etmeyerek ya da öteki için kıldıkları ile hak ederek ucu açık bir yaratım oluşunda kendini kıldıkları ile tanrısalları yaşadığı anlam akışında kendi olmaktadır. İnsanı olgusal olarak anlamlı kılmadığımız ve yaratım oluşu içinde anlam-değer yüklemlerinde gerçekleşmekte olduğuna dair hakkında konuşmuş olarak yüklemlerinde kendini kıldıkları ile görünüşe taşıdığını bilmediğimizde, olayın gerçekte ne için gerçekleştiğinden uzak bakarız.

Olayın gerçekleşmesinde söz konusu nedende insanın zalim yönü olsa da diyalektik oluş içinde tanrısallar gerçekleşir iken ereğinde de gerçekleştirilmesi gereken tanrısal ilkelerdir. Gerçekleşmekte olan, gerçekte olması gerekeni işaret ederken insan olmayı nerede ve nasıl bulmamız gerektiğinin gerçeğini de -anlamlılığını da- aşikâr eder. Kendimizi kim kılmamız gerektiğini görünüşe taşır. Tanrı gibi mi olacağız yoksa şeytanlaşıp aslına düşman, kullara acımasız sonuçta ise kendine de zalim bir oluşta kendimiz kıldıklarımızda mı var olacağız? Bunun ile kalmayıp birbirini yadsıyan karşıtlar diyalektiğinde yeni bir yaratım oluşuna ne kadar açık olacağız. Hiç kuşku yok ki bu olay ile beraber insanlık tini, tarihte zalimliğe dair gerçekleşenlerin zarar verdiği gibi yara almıştır. Bu olayın sonuçlarını, bu bağlamda da değerlendirmek gerekir.

Metafizik anlamda önce insanı tanıdığımızda, sonrasında insana dair gerçekleşenler ile ne olup bittiği üzerine konuşulabilir. Olayın faili insan ise insan derken ne anlamak gerekir. İki ayaklı hayvansı bir canlı mı yoksa tarih varlığı olarak değişen anlam-değer yüklemleri alırken değişen oluş akışında irade-duygu yüklemleri ile beraber hem bir akış

hem de gelgiteler içinde yaratılan tinsel bir varlığı mı konuşmaktayız? Elbette yüklem alınabilir olanların değişime tabi ve açık akışı içinde tinsellikte/ öznellikte var olan bir varlığı konuşmaktayız. Bu durumda insanın tene aşkın tinsel tanımlanıyor olması ve kendisini ne ile anlamlı bulmakta, kılmakta ve tanımlamakta ise onu yüklem almış olan varlık olarak görünüşe gelen yani vücud bulan olduğunu bilmek yerinde olur.

Varlığın tarih ile biçimlenen insanlık sahnesinde insanın tinsel olarak vücud bulduğu bir gerçektir… ki bütün nesnel nedenlerine aşkın tinselliğini ne ile nitelemiş olarak yüklem almakta ise kendi olmayı kıldıkları ile bulan bir varlıktır. Bu durumda insanı insan kılan olgulardan farklı olarak insanın nasıl insan olduğunun metafiziğini de bilmiş olarak insanı tanırız. Karşılıklı veya karşıt ilişki bağıntısında ucu açık yaratım oluşunda kendi olmayı bulan bir oluş içinde insan olmayı bulduğunu görürüz. İnsanı böylesi tanıdıkça insan ile görünüş bulan ve gelişen alanlar üzerinden insan üzerine daha doğru bir açıdan bakarak konuşabiliriz.

Söz konusu metafizik ise olgunun değişmezlerine bağlı olarak tanımlanması ve tanıtlanması gereklidir. Sonrasında olgu ile bağıntılı görülenler üzerinden olgunun değerlendirilmesi doğru olur… ki nasıl gerçekleştiğine dair bakış açısı ile beraber ne olunacağı ve aslına bağlı olarak ne olması gerektiğine dair hakiki bir görüşümüz olsun. Zaten her vicdanlı kişi, ilkesel bakarken olması gerekeni biliyor ve bu yönde ahlaklı olmayı tercih ediyordur. Önemli olan ise her türlü zor koşula rağmen ilkeli olmanın vicdani anlamda korunması, gerçekleştirilmesidir.

Olgunun metafiziğini yapmak dediğimizde; dil, tarih, bilim, felsefe vb. denildiğinde neyi konuşuyorsunuz, metafizik denildiğinde neyi konuşuyorsunuz, insan denildiğinde neyi konuşuyorsunuz… üzerine değil de hakkı gereği ne olduğunu belirtiyor olmayı konuşmaktayız. Olgu değişmez tümel belirlenimleri ile mahiyeti olup da gerçekliği tanım ve tanıtlama düzeyinde kavramlaştırıldığında görünüş bulandır.

Bu anlamda metafizik, olguyu değişmez gerçeklik belirlenimlerinde kendisini kendisi kılanlar ile dil dolayımında bilmektir de diyebiliriz. Söz konusu hakikat ise hakikati de kendi olmasına dair belirlenimleri ile dil dolayımında biliyor olmak olanaklıdır. Başka bir deyişle de hakikat denilen ne ise dil dolayımında anlam karşılığı olan/ olanlar ile anladığımız, bildiğimiz olarak anlamaya, bilmeye açık olan/ olması gerekendir… ki hakikat olarak bilmiş olmak ile hakikat demiş olalım.

Hakikat, bir şeyin hakikati olarak varlığın temel zemini olup da üst gerçekliği olandır ki gerçekleştirdiğinin hakikati olarak gerçekleştirdiğini kendisi ile anlamlı kılandır. Bilfiil olarak enformasyon ilişki bağıntısında bilkuvve vücuda getirdikleri -gerçekleştirdikleri- ile gerçekleştirdiklerinin hem nesnesi hem de öznesi olarak hakikat ve Tanrı olarak kendini vücuda getirmekte kendini olgusal kılandır. Hegel vari olarak belirtilir ise kendinde varlık iken kendi için olan varlık olarak kendini olgusal kılandır… ama yokluk ile varlığın oluş belirlenimli kavramsal aşılmış durumu da değildir.

Söz konusu varlık ise yokluk, yokluk olması bakımından olmadığından varlık ile eytişimsel anlamda oluş belirlenimli gerçekliği olan da değildir. Belki itibari anlamda kullanılacak bir kavram olup, kendinde olmayan için de kullanılacak bir durum bildirimidir. Varlık ile yokluğun bireşimi ve aşılmış durumu olan oluş, kavramsal anlamda yokluğu içermekte değil, bilfiil iken bilkuvve vücuda gelme/ getirme belirlenimlerinde varlığın gerçekleşme, yaratım etkinlik durumunu ifade eder. Zaten kavram anlama yani ideye içkin iken anlam; eril, dirimsel, yüklemsiz yüklem olarak sadece kendi olma durumunda biricik ve gerçekleşme erki -iradesi- metafizik belirlenimler gösterirken de eyleyen olmakta diğer bir kavramın anlamını yani ide durumunu içermekten beri olma durumunda bulunur. Bu anlamda karşıt kavramların bireşimde olarak aşılmış oldukları kavramda içeriliyor olarak aşılmış durumu ve yöntemselliğini ifade etmek sadece bir fantezidir.

Anlamın metafizik belirlenimleri (dirimsel, eril, yüklemsiz yüklem olarak biricik ve eyler vb.) anlam ile bakılan dünyayı anlam ile görülen dünya kılar. Anlam kavramsal bağıntıda aşikâr edilir iken varlıkta gerçekleşirken beliren özsel mahiyetin öznelde karşılanmasının, aşikâr edilmiş olmasının temel gerçeklik belirlenimi olarak idesidir.

Varlık en temelde kendini anlam olarak yüklenmiş olarak bulandır. Hakiki varlık anlamında Tanrı da öz kendilik olarak kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi iken düşüncenin katmanlı ve aynalaşmaya dair yaratım etkinliğinde kendi varlığını kendi varlığına kendisi ile aynalaşan bir oluş içinde yüklem alan varlık olarak anlamlı bulur. Özde kendi ile ben olmak, kendi ile anlamlı olmak anlamını taşır. Her varlık da Tanrı ile var iken üst gerçekliği olan Tanrı ile anlamlı olduğu gibi ne için yaratılmış ise onun için anlamlı olarak vücud bulur. En temelde ise kendi varlığı ile anlamlı olarak kendi olmayı bulur… ki olay-ilişki örüntüsünde de varlığına dair anlamlılığı değer oluşu içinde gerçekleştirir iken veya bütüne dair katılırken görünüşe taşır.

Varlık, anlamlılığı sadece böylesi bulmaz, neden bağıntılarında mümkün kılınmış olmakta iken yüklem almaya açık oluş içinde yaratıma da açık olmakta iken anlamlılığı kendini oldu kıldıkları/ kılındıklarında da bulur. Kendinde varlığının hem nesnesi hem de öznesi olan şahıs, nesnel anlamda nur olmakta iken öznel anlamda şahıs olmayı tümel belirlenimli bulandır. Bilkuvve varlık iken bilfiil olmakta kendi olmayı gerçekleştirme olanağı bulandır. Kendini gerçekleştirme olanağı düşünce etkinliğinde yaratım etkinliği olarak belirir iken her yaratım belirlenimi varoluş nesneleri yaratıyor olmak ile beraber en temelde potansiyeller olan olanaklarını da açık ediyor olmanın yaratım etkinliği olarak gerçekleşir. Bu durumda anlam, yaratıyor olarak her gerçekleşmekte, nesnel ve öznel anlamda yüklem almaya açık oluş içinde yüklem alınırken yüklem alınanın mahiyeti olarak gerçekleşendir. Yüklem almaya açık oluşta kendini yarattıkları ile bağıntıda veya ilişkide yaratıyor olmak da karşılıklı varoluşta anlamın yeni gerçekleşme belirlenimleri olarak gerçekleşir.

Varlık en temelde kendi ile olmakta kendi ile anlamlı olandır. Anlamlı oluşunu ise olay-ilişki bağıntısında bir hikâyenin parçası olarak açık eder. Böyle olmak ile beraber düşünen varlık için anlam; düşüncede kavram, isim ve imge belirlenimlerinde gerçekleşir. Yani kavram, isim ve imge anlamın nesneleri olan gerçekleşme biçimleridir. Kavram ile tanrısallar, tümel evrenseller, zamansız olup da anlama dair gerçekleşen metafizik belirlenimler vücud bulur. Metafizik bu anlamda bilfiil olup ilke belirlenimli anlam -ide- olarak gerçekleşip de değişime rağmen değil de değişimde erek biçimsel yükselişler olarak belirenler ile usta bilmenin, gerçeği kavramanın ilmidir… ki değişim de enformasyon ilişki bağıntısında yüklem almaya açık varoluşun/ yaratımın değişmeyeni olarak gerçekleşir iken tümel belirlenimli anlamlılığı -ide olmayı- ussallık bağıntısında içerir.

Eskilerin de dediği gibi kavram; varlığı bütünlüklü görmeyi olanaklı kılandır. Nicel belirlenimli değişimlere rağmen tümel belirlenimli bakışım edinmek kavramlar veya mahiyet bildirimli isimler ile gerçekleşmektedir. Değişime rağmen, değişime aşkın ussal gerçeklik olarak beliren tümeller, zamansız gerçekler iken onlar ile zamansızlığa tutunuyor olarak eşyayı mahiyeti gereği bildiğimiz gibi, zamansızlığa tutunuyormuşçasına var oluruz. Değişime rağmen her yaşta hem mahiyet bildirimli insan tümeli hem de kişi olma belirlenimli ismimiz (Halil, Ahmed vb.) ile zamansızlığa tutunuyormuşçasına kendi olmayı, zamanda deneyime açık talim ederiz. Bir masaya dahi idesi olan tümeli ile bakarken nicel belirlenimli değişimlere rağmen masa nitelikli her belirlenime masa olarak bakmaya devam ederiz. Ussal olan gerçeklik belirlenimi olan tümeller ile gerçeği görebilme ve gerçeğe tutunma olanağı ediniriz.

Tümeller varlığa yakıştırdığımız değil, bilfiil olup da bilkuvve gerçekleşen varlığa dair yüklem belirlenimli gerçeklikler olan ve dil dolayımında açık ettiğimiz metafizik -ussal- olgulardır. Nicel belirlenimli olup da hareket bağıntısında gerçekleşenler dahi tümel

belirlenimli gerçekleşme olanağında yine tümeller ile bildiklerimiz veya

gerçekleştirdiklerimizdir.

Zaman dahi varlığa yakıştırdığımız değil, harekete içkin hareket bağıntısında var olmaya dair gerçekleşir iken kavramsal anlamda ifade ettiğimiz en genel tümellerdendir. Nicel belirlenimli hareket bağıntısında ve harekete içkin var olmaya dair her ne ki bilfiil olarak bilkuvve var olmaktadır… var olmaya dair hareket belirlenimlerinde (varoluş eşikleri, süreç, evre) zamana içkin zaman bağıntısında var olmaktadır. Süreksizliğe rağmen varoluş eşiklerinde var olmaya dair süreç ve evre belirlenimli varoluş, zamansal olmaya özdeş var olunduğunu gösterir.

Elbette zaman nicel belirlenimli gerçekleşendir ama hareket varlığın var olmaya dair her belirleniminde belirleyici iken zaman, varlığın var olmaya dair özdeşlikte yaşamsal anlamda gerçekleşen olarak bulduğudur. Zaman, nicel belirlenimli neden bağıntılarında gerçekleşenin, usa içkin tümel belirlenimlerde varoluşunun bir kanıtı olarak gerçekleşir iken varoluşu -yaşamı- nicelliğe içkin hareket bağıntısında ölçülendiriyor olarak ussal anlamda belirliyor olmamızın da kavramsal karşılığıdır. Analitik belirlenimleri olanın ussal anlamda kavramsal olarak ifade edilişidir. Var olmaya özdeş yaşamsal olan, kavram ile görünür kılınır iken evrensel gerçeklik olarak bulduğumuzdur.

Elbette hareket nedeni kendi olarak kendi başına var olan değil, her daim bir varlığın hareketi olarak gerçekleşir. Harekete özdeş gerçekleşen zaman da nedeni kendi olmayan belirlenimi ile her daim bir varlığın harekete içkin hareket bağıntılarında varlığın zamanı veya varlığın zamansal olmasına ait diyebileceğimiz olarak gerçekleşir.

Varlık harekete için hareket belirlenimli neden bağıntılarında gerçekleşen zamansallığı yaşam olarak bulur… hareket-mekân-zaman bağıntısında yaşayan olarak varlık sahnesindedir. Mevcut olan,

kendine dair harekete içkin neden bağıntılarında zamansal var olsa da doğduğu mekânın harekete içkin neden bağıntılarında gerçekleşen zaman bağıntısında mekâna doğuyor olarak vardır ve zamanı birbirini karşılayan neden bağıntılarında yaşar. İçinde bulunulan mekâna özdeş zaman bağıntısında, harekete içkin kendi olmaya dair bulduğu zamansallığını yaşar.

Nesnel anlamda ardışık hareket sabitelerinde gerçekleşen ve varoluşu ölçülendirdiğimiz vakit belirlenimli zaman ise yaşamı ölçülendirmeye dair kabul ettiğimiz, nicel bir gerçeklik olarak yine tümel bir niteleme ile bildiğimiz ussal bir olgudur. Yaratımında ussallığı içeriyor olanı yine us ile dil dolayımında biliyor olmak, anlama içkin gerçekleşeni anlam belirlenimli olarak biliyor ve biliyor olarak görebildiğimizi gösterir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki: kavramlar ve kavram niteliği taşıyan tümel belirlenimli isimler (türlerin isimleri gibi insan, aslan vb.) ile kaotik olandan harmonik olana geçmekten daha çok, belirsiz ve gizil duran gerçekliğin belirli ve aşikâr olmasına, gerçeklik öznelde karşılanıyor iken geçilir. Sağduyu ve daha net olarak us ile bildikçe, bildiğini talime

-deneyime- açık tahkik ettikçe -doğruladıkça-, salt duyumun körlüğüne son verilmiş olunur. Gerçeğin özdeş olduğu anlamın öznelde yaratılıyor olarak karşılanıyor olmasında ve dil dolayımında aynalaşmaya dair gerçekleşir iken kavram, gerçekle buluşmayı olanaklı kılandır.

Kavram; gerçeğin öznelde yüklem alınıyor olarak kendisine olduğu gibi katılmayı da olanaklı kılan tanrısal belirlenimdir… gerçek ile kendi olmanın gerçekliğine uyanmanın, aynalaşmasını da olanaklı kılan anlama -ideye- içkin olgudur. Gerçekleştikçe de özsel olan anlamın gerçekleşme biçimi olmak ile beraber, bilfiil oluşta bilkuvve vücuda gelir iken her türlü değişime rağmen gerçeği aşikâr eden taşıyıcı belirlenim olmayı kendinde bulan tanrısal olma niteliğine haizdir. Tanrısallar, anlam taşıyıcı gerçekleşme belirlenimleri iken kavram onları görünür kılan gerçeklik belirlenimidir.

Karşılıklı ve aynalaşmaya dair varoluşta gerçekleşen benzerlikler, farklılıklar ve türev belirlenimli var olma durumları ile bilmenin, bilinenin deneyime açık tahkikinin ve bilinenin gerçekliğinden yana sonuçlar almanın bilme belirlenimli olarak olanaklı olduğu bir evrende bilinemez olan, var olmayandır. Her ne ki vardır… isimlendirilirken, gerçekliğine bağlı kavramlaştırılırken kendi olmaya dair mahiyet belirlenimleri ve kendi olmaya dair mahiyetlerini belirli kılan özsel mahiyeti anlamında üst gerçeklik olarak hangi -yaratıcı- gerçeklik zemininden kaynaklı olarak var ise onun ile de bilinmeye açık olandır.

Mahiyet bilinemez olan değil, birbirini karşılayan gerçekliklerin aynalaşmaya dair bağıntısında talime -deneyime- açık oluş içinde isim ve kavrama dair belirlenimlerde anlama içkin bilindikçe varlığı da bilmenin metafizik belirlenimidir. Mahiyet kendinde anlama -ideye- haiz olarak gerçekleşendir… öznelde kendine dair anlamın kavrama veya isme özdeş karşılanmış olması ile bilinebilir olarak gerçekleşendir. Her ne ki vardır… deneyime açık oluş içinde bilinmeye dair gerçekleşendir. Gerçeklik anlama özdeş iken mahiyet anlama haiz olarak olay-ilişki örüntüsünde benzerlik, farklılık ve türev belirlenimli gerçekleşir iken karşılıklı var olmakta aynalaşmaya dair varoluşta bilinemez olan değil, bilakis bilinebilir olandır.

Varlığın kendi olmaya dair içerilen, bütünlüğünde beliren ve olay-ilişki örüntüsündeki akışta beliren anlam; bütünlüklü bakmayı olanaklı kılan tümel belirlenimli kavram, isimler ve karakter çizgilerinde betimlenmeyi içeren imgesi ile varlığın kendi olmaya dair gerçekliğinin

-mahiyetinin- öznelde görünüşe taşınmasının gerçekleşme oluşu içinde gerçekleşir iken olgusal anlamda gerçekleşen gerçekliğe haizdir. İsimler, varlığı belirli kılarken varlığa tutunmayı da olanaklı kılan ve varlıktaki anlamı açık etme veya varlığı kendi ile uyumlu olan ifade ile anlamlı kılma biçimleridir. İmge de varlığı öznelde yeniden inşa ederken, yaratırken varlıktan bağımsız varlığı düşünmenin nesneleri gibi görünseler de varlıkta olup da biçimde taşınan anlamlılığı yeniden yaratırken öznelde uyandırmanın veya varlıkta kendi olmaya dair

gerçekleşen anlama açık olmanın, o anlamı kendiliğin düşünce dünyasında canlandırmanın nesnesi olarak anlama haiz gerçekleşendir. İmgede anlam, olay-ilişki bağıntısında gerçekleşirken betimleme erkinde açık olur. İmgede anlam, görüngüsünün karakter biçimsel gerçekleşen varoluş çizgilerine içkin belirlenimlerini içerdiği ve yansıttığı ölçüde -izlenimde- görünüş bulur.

Görüngü; anlamın, ereksel yüklemli kıvam belirlenimine haiz karakter biçimsel çizgilerde gerçekleşmesinin biçimi olarak gerçekleşendir. İmge de görüngünün anlama dair taşıdığı gerçekliğini öznelde uyandırmanın ve anlamın öznelde karşılanıyor olarak gerçekleşme biçimi olarak gerçekleşendir. Evrensel düşünce alanında -katmanlı doğada- görüngü de anlamın aslen imaj biçimsel varoluş -karakter- çizgileri taşıyor olarak gerçekleşiyor olmasından öte durmaz. İmaj belirlenimli biçim, özsel -içerik- anlamına dahil olarak gerçekleşen içerik belirlenimli görüngüdür. İradenin, anlamın, yaratım hareketinde bilkuvve vücuda gelmeye içkin önsel olmasında ise anlam asli olup, her vücuda gelme, anlama mahsus olarak gerçekleşen itibari bir durum olmaktan öte durmaz.

Vücuda gelmenin bir asliyeti var ise o da anlamın asli öncelik olması ile anlama içkin gerçekleşirken anlama katılan olmakla gerçekleşiyor olmasından öte gerçekleşmekte değildir. Vücutların değişip de anlamın hep tümel belirlenimli kalıyor olmasından da anlamın asliyetine tanık olmak gerekmez miydi? Elbette söz konusu olan Tanrı ile yaratılmış olanlar ise Tanrı’nın vücudu yaratılmış olanlara önsel asli varlık durumunda bulunur. Ancak, aynılık düzeyinde değil de yaratım gereği Tanrı ile var olunur iken ayrı değil aynı da değil olma bağıntı gerçeğinde her ne ki enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil olmakta bilkuvve olarak vücuda gelmektedir… mahiyetin yani mahiyete özdeş anlama içkin anlamlılıkta asli olmayı bulur. Erek bağıntısında kıvam belirlenimli vücud bulan her var ise anlama -ideye- dair taşıdığı mahiyetin gerçekleşmesinin biçimi olarak vücud bulmakta iken anlamın, yaratılmış olmanın belirleyeni olarak gerçekleştiği görülür.

En basit anlamda: “Yeryüzüne halife yaratacağım” denilirken dahi halife olmanın anlam mahiyeti ile belirli kılınmış olan insana tanık olmak gerekir. İnsan, ahseni takvim yani en güzel kıvamda bilfiil oluşta bilkuvve halk edilmekte iken ereğe bağlı kıvam belirlenimli olmakta tümel belirlenimli anlama içkin vücud bulmaktan öte gerçekleşen değildir… Tanrısal mahiyetler de vücud belirlenimini belirli kılmakta iken anlamlar yüklü oluş içinde gerçekleşmekte iken vücud, anlama aşkın olmadan, anlama içkin anlam belirlenimli olarak anlama dahil mahiyet belirlenimli gerçekleşmekte olandır. Her yaratılmış olan ereğine bağlı kıvam belirlenimli varoluşta anlama içkin anlam mahiyetli var olmaktan öte durmaz.

İnsan, bedene dair değil de anlama dair yüklem almalarda kendini gerçekleştirirken kılıyor olduklarında vücuda gelmeyi anlama haiz olmakta bulur iken bedene aşkın insan olmaya dair vücud, anlama içkin anlamlılıkta ve anlamın gerçekleşmesinin sonucu olarak gerçekleşendir… ki vücuda önsel anlamın gerçekleşmesinin sonucunda vücud, sonradan kazanılıyor olarak gerçekleşir iken anlam asliyetini korur. Tanrı’da dahi nura dair vücud sahibi olmak asli olsa da şahıs olmanın anlamlılığında Tanrı olmayı kendinde bulmakta değil midir? Hem Tanrı veya Rahman, Rahim, Kerim vb. karakter/ kimlik belirlenimli vücut bulmalar, anlama içkin bilfiil olmakta bilkuvve gerçekleşir iken anlam, karakter/ kimlik biçimsel olarak vücuda gelmeyi belirli kılıyor olan değil midir?

Görüngü, anlamın gerçekleşmesinin biçimi olarak kıvama haiz vücud belirlenimli gerçekleşmekten öte değildir. Hem bir insan veya aslan vb. ölse de türü varlık sahnesinden silinmediği sürece gerçekleşenin, insan veya aslan vb. olmaya dair mahiyet belirlenimli içerilmiş anlam -ide- olduğunu kim inkâr edebilir? Hegel’in diyalektik yöntemselliğe dair yanlışı olsa da kavramın tarihte gerçekleşen olgusallığa, dolayısıyla da ussallığa, tümel belirlenimli anlamlılığa haiz olduğunu belirtiyor olması da anlamın asliyetine dikkat çekiyor olması adına önemlidir.

Elbette, kişi ve olay-ilişki örüntüsünde, kendinde gerçekliği olan anlamın gerçekleşiyor olması söz konusu olsa da kişi, olay-ilişki örüntüsünde vücud bulmalar hep anlamlılığa haiz gerçekleşir. Kur’an’da nebilere dair anlatılarda da tarihsel bir karakterden daha çok tümel belirlenimli bir arketip anlatılırken kişi ve olay-ilişki örüntüsünde varoluşun hangi anlamları içeriyor olarak gerçekleştiğine dikkat çekilir. Anlam arayışı olan insan için de vücudun mahiyet belirlenimi yeterli gelmekte değil iken anlamaya açık yaratım oluşunda anlam arama çabası göstermesi dahi anlamın asliyetine dikkat çeker.

Söz konusu olan üst bir gerçeklik zemininde yani Tanrı ile var olmak ise Tanrı ile var olmanın anlamına, mahiyet belirlenimlerine haiz olarak var olmak, anlama haiz mahiyet sahibi olunduğunu gösterir. Her iş ve şey, hikmet üzeri ereğine bağlı gerçekleşmekte iken ereğine bağlı yaratım oluşunda kendi olmanın anlamlılığında mahiyet sahibi olunduğunu kim inkâr edebilir? Tanrı ile var olmakta iken her varlık özüne dair hakiki varlık ile anlama içkin mahiyete sahip olarak vücud bulmaktan öte gerçekleşecek de değildir. Yaratım bilfiil olmakta halk edilirken bilkuvve vücuda getirmekte gerçekleşen enformasyon ilişki bağıntısında ve erek belirlenimli ne için olunduğunun belirli kılınıyor olmasında gerçekleşir… ki böylesi gerçekleşen yaratımda var olanlar, metafizik içerikte olgusal olmakta anlama içkin ve kendi olmanın anlamlılığında mahiyet belirlenimli vücud buluyor olmaktan öte durmakta değildir.

Anlam gerçeklik belirimidir. Kendi olma durumu, neden bağıntıları, olay-ilişki-yüklem bağıntılarında gerçekleşir. Nasıl ki salt duyumda anlamsız bir bakış vardır, bağıntı içeriğinden kopuk salt kavram da anlamsızdır. Anlam bağıntılılıkta anlamdır ki kendi olmaya dair anlam/ gerçeklik, katmanlı ve karşılıklı varoluş bağıntılarında gerçekleşir ve anlama/ gerçekleşmeye dair yeni yüklem almalara açık olarak gerçekleşir. Gerçeklik belirlenimi olan anlam; dilde de isim, kavram, imge belirlenimli gerçekleşme bağıntılarında karşılanıyor olarak

gerçekleşir. Anlam her daim enformasyon ilişki bağıntısında yüklem belirlenimli olarak gerçekleşir ve görünüş bulur.

Böyle olmak ile beraber anlamlı olmanın belirlenimleri şunlardır:

  1. Var olmaya dar kendi olma durumunda, var olmanın gerçeklik belirleniminde kendi ile kendine anlamlı olmak…

  2. Metafizik içerikte varoluşun zemini olup da evrensel üst gerçek

    olan Tanrı ile anlamlı olmak…

  3. Enformasyon ilişki ve yüklem bağıntısında bilfiil gerçekleşiyor

    olmakta bilkuvve vücuda geliyor olmakta anlamlı olmak…

  4. Enformasyona içkin var olunurken sıfat, karakter/ kimlik belirlenimli tanrısallar yükleminde gerçeklik beliriminde anlamlı olmak…

  5. Ereğe bağlı belirli kılınmış neden bağıntısında ereğe bağlı ne için olduğunu bulurken anlamlı olmak…

  6. Ereğe bağlı gerçekleşir iken özsel olan anlam yüklemlerinin (tanrısallar vb.) haiz kendi olmanın gerçekleşmesinin olanağı olan kıvamlılığı içeren suret belirlenimli mahiyete haiz anlamlılığa haiz olmak…

  7. Bütün içinde yerinde ve gerekliliğinde anlamlı olmak… Olay- ilişki örüntüsünde vazife veya rol model belirlenimli anlam yüklemli gerçekleşiyor olmakta gerçekleşiyor olmak, anlamlı olmayı bütünde buluyor olmanın belirlenimidir.

  8. Bütüne bağlı gerçekleşen ortak ruh -anlam- havzasında anlam bulmak, anlamlı olmak…

  9. Bütün neden bağıntılarının sonucunda gerçekleşiyor olmakta anlamlı olmak…

  10. Gerçekleşiyor olmanın belirlenimlerinde varlık olarak kendi olmakta, kendi olmayı değer belirlenimli bulmakta anlamlı olmak…

  11. Kendi olmaya dair anlamlılığa, gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak yüklem alma -yaratım- belirlenimli gerçekleşen kendini kılıyor iken olunan karakter/ kimlik belirlenimli yüklemlerde anlamlı olmak… anne, baba, sanatçı, arif, filozof vb. anlam belirlenimlerinde kendini anlamlı kılar iken değer ve ahlak biçimsel belirlenimli anlamlı olmak gerçekleşir. Esmayı Hüsna da Tanrı’nın kimlik biçimsel olarak kendini kıldığı olarak anlamlı kıldığı değer ve ahlak biçimsel gerçekleşen anlam yüklemleridir. Gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak kendiliğin oldu kılınması ile anlamlı kılınması, yaratıma açık öznellikte kendi olanın kendini, anlam yüklemleri almakta yaratıyor olarak anlamlı kılmasıdır.

  12. Değer üreten çaba anlamında emek ile kendiliğin değer biçimsel olarak anlamlı kılınıyor olmasında anlamlı olmak…

  13. Anlam-değer, irade-duygu, haz-arzu vb. bağıntısında anlamlı olmayı, bu belirlenimlere dair gerçekleşenleri yüklem alıyor iken anlama içkin anlamlı olunan bir oluşta bulmakta anlamlı olmak…

  14. Amaca bağlı varoluşta amaç belirlenimli olarak anlam yüklemli anlamlı olmak…

  15. Ortak ilişkilerde, karşılıklı varoluşta onanmaya dair olarak

    diğeri ile anlamlı olmayı bulmakta anlamlı olmak…

  16. Aidiyet ve sorumluluk yüklemlerinde anlamlı olmak…

  17. İlişkilerde ortak anlam edinmeler/ kazanımlar ile gerçekleşen paydaş ruh havzasında ortak dünya sahibi olmakta ve miras içinde doğmakta anlamlı olmak… Kültür, medeniyet, ortak kimlikler vb. sonradan kazanılmış birikime dair yüklem alınmış anlamlar buna örnek verilebilir.

  18. En temelde iyi, doğru ve güzel idealarını öznelde iradeye dair gerçekleşme gösterdiklerinde değer biçimsel bakılan her ne ise onun ile anlamlı olmak… kendine, doğaya, olan bitene, idealar ile değer biçimsel bakarken, yargılarda ve ahlaki anlamda eylemlerde bulunurken, vicdanda öznel kritik olurken öznelliğin yaratıma açık oluşunda değer biçimsel anlam yüklemleri almak ile anlamlı olmak kaçınılmazdır.

  19. Özne olmanın doğası gereği gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak olay-ilişki bağıntısında gerçekleşen anlam-değer, irade- duygu, arzu-haz vb. yüklem almaya açık oluşta anlamlı olmak kaçınılmazdır.

  20. Anlam doğası gereği eril, dirimsel, yüklemsiz yüklem anlamında sadece kendisi iken biricik olması metafizik belirlenimlerinde yüklem alınırken anlamlı kılandır. Katmanlı var olmanın doğasında karşılıklı var olmak olanaklı kılınmış iken aynalaşmaya dair oluşta anlamın akış içeren doğası sebebi ile de anlamlı olmak kaçınılmazdır.

Bir daha belirtmek gerekir ise anlam gerçeklik belirlenimidir. Gerçek otoriter olduğu kadar anlam da sadece bilmeye dair değil, var olmaya dair de otoriterdir. Varlığın kendi olmaya dair gerçekliği, kendi olmaya dair anlamı olarak gerçekleşmeye açık olmakta gerçekleşmeye eyleyicidir. Anlam, öznelde yüklem almaya açık oluşta yaratım belirlenimi olarak gerçekleşir. Değişen yüklem almalara bağlı olarak

yaratıma açık kılıyor olması da söz konusudur. Var olma belirlenimi olarak gerçeklik, gerçekleştiklerine bağlı olarak kendiliğin karakter/ kimlik biçimsel kılınıyor olması, vücuda için vücud belirlenimli olarak yaratıma haiz gerçekleşiyor olunması, yaratım ve yaratıma açık olmak (vb.) bağıntılarında anlam ve anlamak, anlamlı kılmak ve olmak, anlam içeriyor olarak var olunduğunu gösterir. Anlam; eril, dirimsel, yüklemsiz yüklem olarak biricik kendi olmakta gerçekleşiyor iken öznelde anlamlı olunan, anlamlı kılınan varoluşa dair gerçeklik belirlenimidir.

Anlamın, gerçeklik ve gerçekleştiğinde gerçek olanın belirimi olması içeriğinden bakıldığında her ne ki mutlak olmaya dair gerçek ve gerçekleştiğinde gerçek olmayı bulmakta ise kendinde anlamlı ve gerçekleştikçe anlamlı olmayı farklı biçimlerde buluyordur. Böylesi anlam yüklemli olarak gerçekleşen var olmakta, yaşamda anlamlılığın tinsel anlamda belirleyici olduğu gerçeğinden kaçış yoktur. Anlam olay- ilişki örüntüsünde, karşılıklı varoluşta, aynalaşmaya dair gerçekleşen refleksiyon oluşu içinde ve vücud bulmalarda biçimselliğe haiz gerçekleşir… Neden bağıntıları, olay-ilişki örüntüsünde içerik-biçim belirlenimli vücud bulmalarda gerçekleştikçe görünüşe gelir. Bildikçe bulmakta, yorum biçimsel anlamda katıldıkça da anlamaya dair keşf etmekte, başka bir deyişle de talim ettikçe gerçeklik belirlenimi olarak yüklem almaya dair gerçekleşirken bakışıma eyler.

Gerçek anlam belirlenimi iken anlamı taşıyacak olan, doğada görüngü ve olay-ilişki örüntüsünde, öznelde ise dil dolayımında kavram, isim, imge belirlenimli gerçekleşme biçimlerinde vücud bulmuş olarak gerçekleşir. İnsanlık tininde ilke belirlenimli olarak karakter/ kimlik gerçekleşme biçimlerinde, kültürel ilişki ve nesnelerinde, medeniyette de kurum yapısal olarak enformasyon ilişki bağıntılarında bilfiil gerçekleşen iken bilkuvve vücud bulmuş olarak gerçekleşir.

Görüngü belirlenimli vücud, anlama içkin, anlamın gerçekleşmesine dair kıvam belirlenimli gerçekleşen mahiyet olmaktan öte durmaz.

Anlam ise vücudu belirli kılan özsel gerçeklik anlamında mahiyettir… ki dil dolayımında anlamın ve anlama haiz gerçekleşen vücudun mahiyet belirlenimlerini, ussal anlamda kavram, isim ve düşüncenin hayal gücünde imge belirlenimli karşılıyor olarak mahiyete dair gerçekliği görebilmekteyiz… mahiyete dair gerçekliğe bağlı gerçekleşmekte iken varlığa -gerçekliğe- tutunarak katılma olanağı bulmaktayız. Enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil olup da bilkuvve vücud bulan her ne ise anlamlılığın dışında vücud bulmuyor iken anlamın vücuda dair belirleyici doğasını göz ardı edemeyiz.

Yokluğun karşıtı olarak varlığı asli görmekte isek hep bir var olma durumu ve oluşu içinde bulunur iken yokluğun olmadığı bir gerçeklikte yokluğa göre varlığı asli olmakta anlamlı kılıyor olmanın bir mantığı da yoktur. Öyle ise varlığı yokluğa göre değil, var olma belirlenimi olan mahiyetlerine göre ne, nasıl ve ne için olduğuna bağlı değerlendirmek gerekir… ki evrensel soru kalıplarına göre varlığın her değerlendirilmesinde, anlama haiz mahiyet belirlenimlerinde, nasıl gerçekleştiği ve ne için olduğuna dair anlamını anlama çabası içinde bulunmaktan öte durmayız. Varlık kendi olma belirlenimleri ile kendi ile anlamlı iken anlamsızlık yokluk durumudur… ki söz konusu olan hakiki varlık olması bakımından Tanrı ise kendinde yokluğu barındırmayan gerçeklik olarak kendi ile anlamlı, kendi olmanın anlamı ile dolu olan varlık olandan bahsediyoruzdur.

Tanrı, kendinde yokluğa yer olmayacak biçimde kendi ile dolu kendi olmanın anlamında var olmaya dair anlam mahiyetine haizdir. O’nda anlamsızlığın olduğu bir an, süre, süreç veya evreden bahsedilmekte ise O’nda yokluğa dair bir an, süre, evre veya süreç olduğundan bahsetmiş olunur… ki bu durumda kendi olmaya dair anlamın gerçeklik belirlenimi olan özsel mahiyet -ide- ile varlık durumunun aynılığından habersiz, farazi bir ifade de bulunulmuş demektir.

Var olmak anlama içkin kendi olmakta gerçekleşir iken kendi ile anlamlı olup da var olanın yokluğundan bahsedilemez. Şahıs olmaya dair varlık

olumsuzlaması yapılamayacak olup da kendi ile anlamlı var olmakta iken onun için yokluktan bahsedilmez. O öz mahiyet olarak her varlığın özünde kendi olmaya dair bulacağı asli gerçeğidir. Olumsuzlaması yapılan her ne var ise yüklem alınmış özdeşlik belirlenimi olması düzeyinde anlama içkin vücud belirlenimli gerçekleşir iken enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil olup da bilkuvve gerçekleşen yüklem olmaya dair anlam içerikli mahiyet olmaktan öte değildir.

Tarihsel perspektiften bakmak ile insanın anlam-değer varlığı olduğunu söylerken veya kitap boyunca gerçekleşen anlam akışı içinde anlamaya açık yüklem almada yaratıma açık yaratılıyor olmak gerçekleşirken dahi anlamın, varoluş söz konusu ise esasta belirleyici olduğu gerçeği inkâr edilemez. Anlam varlığı olan insanın soruları ile anlam arayışı dahi var olma çabasının bir belirlenimi olarak insanın, beşeriyete -tene/ bedene- aşkın anlam varlığı olduğunu gösterir. Her varlığın zikri ilahide olduğunu belirten -ayet- vahiy bilgisinden de bakar isek her varlık yüklenmiş olduğu tanrısallar ile vücud bulmuş ve tanrısalları gerçekleştirmenin vazifesinde gerçekleşiyor olarak var iken anlama haiz anlam varlığı olarak bilfiil iken bilkuvve vücud bulmaktadır.

Söz konusu olan, içinde bulunulan dünyada vücudun gerçekleşmeye dair belirleyici olması ise Tanrı’nın kendinde ne olduğuna dair varlığı hariç, vücuda dair ne var olmakta ise Tanrı’nın enformasyon ilişki bağıntısında gerçekleşen yaratım hareketine içkin bilfiil olmakta bilkuvve vücud buluyorken mahiyetin -anlamın- asli olmasına kıyasen asli olmaktan öte durur. Böyle olsa da Tanrı’dan paye almış olarak var olunduğu içindir ki özüne bağlı olarak her gerçekleşenin asliyeti, dolayısıyla da gerçek olmayı, Tanrı ile bulduğunu belirtebiliriz.

Hareket ise hep bir varlığın hareketi olmak ile nedeni kendi olmadığı içindir ki asli olmaktan uzaktır… ama hem gerçekleşen bir olgu hem yaratımda var kılınıyor olanları açık eden bir gerçeklik belirlenimi hem de faili mutlak Tanrı’nın bir belirlenimi iken gerçek olduğu içindir ki asli olmaktan da uzak değildir. Her ne ki hakiki varlık ile gerçekleşme

olanağı bulmaktadır… gerçekleşirken gerçek olduğu kadar aslidir, kendisine önsel olup da gerçekleşmesini olanaklı kılana göre itibari duruyor olsa da hakiki varlık ile var olurken olgusal anlamda gerçek olarak gerçekleşme olanağı bulmuş olduğundan sebebiyet, asliyeti özü gereği bulur.

Tanrı’dan paye almanın olanağında hareket bağlı gerçekleşen her ne var ise hem Tanrı ile ayrı değil ama aynı da değil olmakta var iken hem de harekete dair enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil olup da bilkuvve olmakta gerçekleşir iken asliyeti Tanrı ile var olmanın gerçekliğinde bulur. Söz konusu hakiki varlık anlamında Tanrı ise nedeni kendi olmadan var olan her varın elbette asli varlık olduğundan bahsedilmez… ama Tanrı -hakiki varlık- ile gerçek olmayı bulur iken gerçek olduğu kadar asliyet taşıdığı da inkâr edilemez. Asliyetini Tanrı ile gerçek ve anlamlı olmakta bulan yaratılmış her varlık, mahiyet belirlenimli olarak anlamın asli -esas- olmasında kendi olmayı anlam yüklemlerinde anlamlı bulur. Hem ne diye vücudun asliyeti anlamın itibari veya anlamın asliyeti veya vücudun itibari olduğuna dair ifade edilmiş doğrusal önermelerden birini diğerine öncelemiş olalım?

Söz konusu olan: kendi ile dolu olup da kendi ile anlamlı olan hakiki varlık olarak Tanrı ise yaratım, hakiki varlığın kendi dışı olmadığı için kendi dışına değil, kendi içinde derinleşmeye dair katmanlı var olma belirleniminde gerçekleşir. Her yaratım belirlenimi ile beraber yaratılanın katmanlı olmakta gerçekleşiyor olması kaçınılmazdır. Bu doğrultuda; birbirini katmanlı olmakta içsel ve dışsal olarak kapsayan gerçekliklerden de bakıldığında, en temelde kendi ile dolu bir varlıkta gerçekleşiyor olunduğu gerçeğine ussal anlamda tanık olunur. Vahiy bilgisi ile de bakıldığında; şah damarından daha yakin ve bilfiil gören, duyan kılıyor olup da özsel/ içkin olanın, üçüncünün dördüncüsü olmakta iken herkesin yanında olması veya dışa yönelik her nereye bakılırsa eylem sahibi olarak karşılıklı varoluşta veçhe belirlenimli olması, teo-ontolojik katmanlı var olunduğu gerçekliğine dikkat çeker.

Birbirini kapsayan gerçeklik belirlenimlerinin katmanlı var olabilmesi olanağında, katmanlı var olmakta gerçekleşen karşılıklı aynalaşmaya dair karşılıklı varoluşta ise her şey çift yönlü gerçeklik ve çoklu gerçeklik belirleniminde gerçekleşiyordur. Böylesi gerçekleşiyor olmanın gerçeğinden bakıldığında, ne diye tek yönlü ve doğrusal bir açıklama ile yetinmiş olalım?

İnsan; Tanrı ile tanrısal belirlenimlerinde Tanrı’ya içkin ayrı değil ama başkası kılınmış olmakta kendi olmanın belirleniminde aynı da değil olmakta, iç dünyaya ve dış dünyaya yönelimli, nefsi emmare ve ruhsal var olma belirlenimli, anlam ve madde bağıntısında vücud bulan, nicel ve tümel içerikte gerçekleşen vb. olma durumunda veya oluş biçiminde hep çift yönlü gerçekleşir. Üst gerçeklik olan Tanrı’ya aidiyette ve alt gerçeklik olarak doğaya dair kılınmış olmakta dahi çift yönlü varoluşta kendi olmayı bulur. Beşer yönü ile doğaya dair iken özünde Tanrı ile var olmayı bulan, çift yönlü ve çok gerçekli bir varoluşta kendi olmayı buluyor iken çift yönlü ve çok gerçekli olarak değerlendirilmesi gerekendir. İnsan üzerinden demek istediğim ise katmanlı var olmakta birbirini kapsayan gerçeklikler bağıntısında ve karşılıklı var olabilme olanağında ayrıca aynalaşmaya dair refleksiyon içeren gerçekleşme oluşu içinde çift yönlü var olunmakta iken gerçeklik, çift yönlü bulduğumuz anlam belirlenimlerinde daha net göreceğimiz olur. Katmanlı var olmakta gerçeklik çok anlamlı/ çok gerçekli bulunurken de çoklu anlamlılıktan kopuk sığ değerlendirmelere de dikkat etmek gerekir.

Var olmak karşıtlık bağıntısında ve karşılıklı var olmakta gerçekleşirken de çift yönlü olarak çoklu gerçekliğe haiz gerçekleşir. Ayet bağıntısından bakıldığında: Allah’ın kürsüsü anlamında beynin hem gökleri hem de yeri kucaklamış olmakta çift yönlü gerçekleşen bir olgusallığa haiz olduğunu belirtebiliriz. İnsanın aşağıda ve yukarıda yaratılmış olduğunun ifade edildiği ayette de insanın çift yönlü olgusallığa haiz yaratılmış olduğu gerçeğine dikkat çekilir. Hidayete veya delalete düşürmeye neden her ne ise onun nesnelliğinde hidayet

ve delaletin çatallanmış bir yol olarak gerçekleştiğini işaret eden ayet ile de bakıldığında, gerçekleşme olasılığına göre çatallanmış çift yönlü gerçekleşen bir yaşam yolunda var olmakta olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bir ayette de her şeyin çift yaratılmış olduğu ifade edilir iken karşılıklı varoluşta benzer ve farklı yönler ile çift kılınmış iken aynalaşmaya dair çift yönlü olarak gerçekleşen bir varoluşa dikkat çekilmiş olur. Hz. İsa’nın dilinden “… azap edersen onlar senin kullarındır. Af edersen Azim ve Hâkim olansın” ifade edilene dikkat edildiğinde: Tanrı için dahi kendini kılmaya yönelik yaratım etkinliğinde dilerse azap eden, dilerse af edici olan tercih belirleniminde çift yönlü bir varoluşun olduğunu belirtebiliriz. Var olmaya dair, gerçekleşecek olana dair çift yönlü olarak farklı biçimlerde gerçekleşen olma durumları veya oluş belirlenimleri olduğunu belirtebiliriz. Çift yönlü olmaya ve çok gerçekli/ anlamlı varoluşa dair birçok ayet gösterilebilir. En temelde ise anlam, çift yönlü ve çok gerçekli belirlenimlerde varoluşu yaratım etkinliğinde belirli kılan iken anlamın çift yönlü olarak nasıl gerçekleştiğine ve gerçekleşmesine bağlı olarak da nasıl var olunduğuna tinsel/ öznel anlamda dikkat çekilmiş olunur. Firavun ve Musa, Nemrut ve İbrahim, Tanrı ile İbrahim, Tanrı ile Musa -ayet- diyaloglarına dikkat edildiğinde de karşılıklı varoluşun, birbirini kapsayan gerçeklikte aynalaşırken çift yönlü ve çok gerçekli anlam akışında gerçekleştiği görülür.

Anlam, gerçekleşme biçimlerinde ve bilfiil iken bilkuvve olgusal kılınıyor iken gerçek olduğu vücud bulmalarda açık olup da bilmeyi olanaklı kılan olgudur… gerçeklik belirlenimidir. Anlam hem mahiyet hem de kendi ile belirlenmiş vücuda dair mahiyetlerin önsel gerçekliği iken elbette aslidir… ama bilfiilken bilkuvve vücud bulan bir gerçeklik olarak yaratılmış olmasının gerçeğinden bakıldığında, yüklem alınmış itibari (öyle olduğuna dair kabul gören veya oldu kılınmış gerçeklik belirlenimi olan) bir durum olmaktan öte gerçekleşmekte de değildir. Yaratıcı öznesi ile var iken itibari olsa da yaratıcısından aldığı paye kadarı ile gerçekleşmekte iken gerçek olduğu kadar asliyeti özü ile gerçek olmakta bulandır. Var olanların görünüş bulduğu vücud dahi

bilfiil olmakta bilkuvve gerçekleşir iken anlama haiz biçim olarak itibari olsa da anlamı taşıdığı kadarı ile anlamlılıkta asli olmayı özünden kaynaklı olarak bulur.

Hem anlam dahi bilfiil gerçekleşmekte bilkuvve vücud bulmakta iken vücuttan yoksun asliyeti görünür olan da değildir. Anlam ve vücud birbirini tamamlayan gerçeklikler iken birbirine karşıt iki olgu da değildir. Anlam, dil dolayımında ve fonetik olarak kavramı yüklem belirlenimli bulur. Farklı dillerde karşılandığı ölçüde aynı gerçeğin belirlenimi olarak gerçekleşir. Öznede gerçekleşirken de kavrama içkin ve kavrama özdeş kavram belirlenimli vücud bulur iken kavram, haiz olduğu anlamın biçimi olarak asli -esas- olmaktan öte değildir. Kavramın fonetik biçimsellikte ifadeye dair vücuda gelme biçimi yüklem olduğunun göstergesi olsa da dillerde farklı ifadeler ile karşılanıyor olsa da aynı gerçeğin anlamı -idesi- olarak ifade edilmesinden bakıldığında kavram, asl olanın anlam olduğunun göstergesi iken asl olanın vücud belirlenimli gerçekleştiğinin de göstergesidir. Ayrıca anlamın, gerçeğin veya gerçekleşenin belirlenimi olduğunu, temsile dair taşıcısı olmasında gösterir.

Dil dolayımında kavram, gerçeklik belirlenimi olan anlama giydirilmiş temsile dair yüklem olsa da anlama içkin anlama özdeş öznelde gerçekleşir iken yüklem olması mahiyetinde yüklem alınırken anlama özdeş görü sahibi kılandır. Tercüme hareketlerinde de kavramın dilde temsile dair yüklem belirlenimli olduğu ve yüklemi olduğu gerçeğin – anlamın- taşıyıcısı biçimi olduğundan bakıldığında, anlam-gerçek- kavram bağıntısında mahiyet ve vücud belirlenimli gerçeğin öznelde karşılanmış olduğu görülür. Kavram, evrensel gerçeklik olan gerçeği/ anlamı dilde karşılayan olup da anlama yüklem olan temsil belirlenimli olarak yüklem alınmış özdeşlikte gerçekleşir… Bundan dolayıdır ki öznelde anlam-kavram (mana-lafız) özdeşliğinde gerçekleşir iken anlamın bir gerçekleşme biçimi -vücudu- olarak gerçekleşir… ki kavram anlama yüklem olduğu içindir ki farklı dillerde farklı terimlere çevrilmiş olarak anlamın yeniden karşılanıyor olmasını da olanaklı kılar.

Bir ayette; “Anlayasınız diye Arapça gönderdik” denilir iken esas olanın, anlamın vücud bulduğu dil değil, anlamın/ anlamanın bizatihi kendisi olduğu ifade edilir. Anlamın taşıyıcısı ve aşikâr edicisi olan dilin araçsal kılınmış olmasına bağlı olarak anlamanın olanaklı kılınmış olması ile anlam aktarımında bulunmak, esasın, anlama vücud olan dil değil, bizatihi anlamın kendisi olduğu gerçeğini gösterir. Bu sebep ile anlayalım diye Türkçeye, Almancaya, İngilizceye vb. dillere Kur’an tercümeleri olanaklı olmasına bağlı olarak yapılabilir/ yapılır.

“Ameller niyetlerinize göre ölçülür” veya “Kestiğiniz kurbanların etleri değil niyetleriniz bize ulaşır” ayetlerinde de olay-ilişki örüntüsünde anlamın eylem biçimsel olarak vücuda geldiği durumlarda esas olanın vücuda gelme durumu değil, hangi anlam yükünde eylemin gerçekleştirilmiş olduğudur. Görülen o ki anlamın Tanrı’ya yakınlığı maddi olandan ileridedir. Maddi gerçekleşenin de anlam içeriyor olması söz konusu olsa da anlamın vücuda içkin vücudu belirli kıldığı ve anlamın hangi biçimde vücuda geldiğine dikkat etmek gerektiği önemlidir.

Anlama dair veya anlamın vücud bulduğu her belirim, hakiki varlığa dair gerçekleşme belirlenimi olarak asliyetini hakiki varlık ile bulmaktadır. Mertebe ve oluş biçimine göre birbirine önsel olduğu yönde asli veya itibari değerlendirilseler de Tanrı ile gerçekleşme olanağı bulan her ne ise Tanrı ile gerçek olmakta asli niteliğe haizdir. Molla Sadra’nın vücudun asliyeti ve anlamın itibari olduğu görüşü ayrıca ondan önceki klasik felsefe temsilcilerinin mahiyetin dolayısıyla da anlamın asli vücudun itibari olduğu görüşlerini dikkate almak kaydı ile en mutlak esas olan hakiki varlıktan itibaren anlam-vücud olgu bağıntısını çift yönlü gerçekleşen bağlamlarında ele alınması daha doğru olur.

Varoluş enformasyon ilişki bağıntısında ve yüklemlerinde bilfiil olmakta bilkuvve vücud bulmakta gerçekleşir iken salt hareketsizliğin

olduğu bir varlık durumundan elbette bahsedilemez. Salt hareketsizliğin olduğu bir durumda, yokluk ve anlamsızlık söz konusu olur ki nura dair hareket oluşu içinde salt hareketsizliğe, dolaysısıyla da salt anlamsızlığa yer yoktur. Vahiy bilgisi ile de sabittir ki “Her an yeni bir tavırdayım” derken özsel anlamda hareket etkinliğinde yaratım oluşunda bulunan bir Tanrı var iken Tanrı’nın dahi bilfiil iken bilkuvve vücuda gelmelerde, gerçekleşme etkinliğinde, dolayısıyla da yaratım etkinliğinde varoluş gösterdiği görülür.

Yaratıyor iken Tanrı olmak, bilfiil kılıyor olarak yarattıkları ile bağıntıda ve ilişkide Rahman, Rahim, Vedud, Vali, Veli, Kerim Avf, Tevvab, Kadir, Kahhar vb. olmak, bilfiil iken harekette gerçekleşen anlam belirlenimleridir. Tanrısal isimler; kendiliğe yüklem almış olmakta iken irade, duygu, ilke, alan belirlenimli olup da karakter/ kimlik belirlenimli olarak anlama dair bilkuvve vücud bulan ama bilfiil gerçekleşen evrensel gerçekler olup gerçekleşirken gerçekliği olan anlama dair öznel yüklemlerdir. Yüklem almaya bağlı olarak kendiliği kılıyor olarak kendi olmayı, anlama dair yüklem almalarda yaratıyor olmak anlamını taşır… ki anlam, böylesi vücud bulmaya dair esas oluşunu ve yaratılıyor olanlarda bilfiil olarak duygu, irade, karakter/ kimlik, alan belirlenimli gerçekleşme biçimlerinde bilkuvve asli olarak gerçekleşir iken esas olmayı koruyor olsa da yaratılmış gerçeklik anlamında itibarı olmakta gerçekleşen ve yüklem alınmış gerçeklik olarak itibari olmaktan öte değildir.

Bundan olsa gerek ki eskiler Tanrı zatına dair esmadan ve sıfattan münezzeh demiş olmak ile beraber esmanın öznelliğe dair gerçekleşme biçimleri olduğunu da ifade etmişlerdir. Esmaya dair gerçekleşme biçimlerinde esma, anlama haiz vücuda gelme olanağının ifade edilmiş olması gerçeğini taşır. Böyle olmak ile beraber esma, karakter biçimsel olarak öznel bir gerçeklik belirlenimi olsa da dilde temsile dair yüklem iken asli olmaktan daha çok itibari anlamda kabul gören kimlik belirlenimidir. Ayrıca öznelde duygu, karakter, irade, eylem belirlenimli gerçekleşen gerçeklik belirlenimi olarak anlama haiz

olan esma, Tanrı ile gerçekleşen asliyete dair gerçeklik belirlenimi olsa da zati olanlar hariç, Tanrı zatına yüklem alınmış olması ve gerçekleştikçe gerçekliği olan itibari (öylesi kılınmış olmakta gerçekliği olup da kabul edilmiş olan ve değer biçimsel gerçekleşirken kendiliğin anlamlı kılındığı temel ahlaki belirlenimlerdir) gerçekliklerdir. Zati olan esma dahi zatın mahiyetini açık eden anlama dair gerçeklik belirlenimi olsa da kimlik belirlenimli olarak yüklem alınmış gerçeklik belirleniminde itibari anlamda gerçekleşendir. Tanrı ile gerçekleşme olanağında tanrısal olarak tümel belirlenimli evrenseller iken var olanların özsel olarak gerçekleşme belirlenimi bulduğu asli mahiyetler anlamında gerçekleştikleri de göz ardı edilmemelidir. (Böylesi çift yönlü gerçeklik belirleniminde hangi bağlamda nasıl gerçekleştiğine bağlı olarak bir şeyin ne olduğuna özellikle dikkat etmek gerekir.)

Var olanlar da Tanrı’da gerçekleşenlerden, Tanrı ile var olunduğu içindir ki paye alıyor olarak var olmakta iken tanrısalları yaşamayı; tümel belirlenimli olup da duyguda, iradede, eylemde, karakter/ kimlik belirlenimlerinde ve tanrısalların gerçekleştiği alanlarda anlama dair gerçekleşir iken vücud bulmakta kaderi olarak bulur. Tanrı’da karakter/ kimlik belirlenimlerinde anlam, kendini bilfiil iken bilkuvve oldu kıldıklarında yaratıma açık olarak öznelde vücuda taşıyor -yaratıyor- olmak anlamını taşır… ki esma olarak anlam, vücuda gelme biçimi olarak gerçekleşir. Böylesi vücud bulmak, yüklem almış olmanın özdeşlik belirleniminde itibari bir gerçeklik olmaktan öte değildir.

Bunun haricinde Tanrı’nın özüne dair anlam/ anlamlılık, kendi olmaya dair varoluşunda kendine özdeş kendi olmakta gerçekleşir iken nurun nesnel ve öznel içeriğini kendine özdeş aynılıkta buluyor olmasında gerçekleşir. Tanrı mutlak olduğu kendi olma durumunda mutlak olan anlamı kendi/ kendilik -ben- olma durumunda bulur. Mutlak, olumsuzlaması yapılamayacak olup da sonradan yüklem alınmış olmaktan uzak kendi olma durumu olarak bulunacak olandır… ki Tanrı’da mutlak kendi olma mahiyet belirlenimleri, kendi olmanın anlamlılığını taşır. Bu anlamda Tanrı’da vücud, nur ve şahıs olmasının

anlam beliriminde aynılık düzeyinde özdeşlikte gerçekleşir. Bunu bilmiş olmasaydım… Tanrı vücudunda tözsel anlamda nurun var olmaya dair öncelik taşıdığı kanaatini bildirirdim… nurun nesnelliği zemininde nicel belirlenimli olma durumunda gerçekleşen hareket bağıntısında şahıs olmanın da aynılık düzeyinde tözüne özdeş maddi bir niteliği olduğunu özellikle belirtmek isterim.

Ancak, yaratım ile beraber ara madde formaları nur ile var olmakta, ara yaratım tözleri olarak ereğe bağlı gerçekleşmede ve çeşitlilikte (toprak, su, hava vb.) görünüş bulmakta iken anlama haiz gerçekleşenlerdir… ki anlam, söz konusu olan ara maddeler -tözler- ise Tanrı’dan paye alırken var olanlar, tanrısallara haiz olduğu kadarı ile var olmakta iken yüklem belirlenimli olarak anlama haiz vücud buluyor olmaktan öte değildir. Bu anlamda anlam, maddi olana içkin ve ereğine bağlı belirleyici olan iken aslidir. Maddi olan da kendisi ile gerçekleşeceklerin önsel anlamlılığına haiz iken ara neden olsalar da asli olmayı kendileri ile var olanlara kıyasen bulur. Bununla da kalmaz, ara maddeler dahi Tanrı ile var olmakta gerçek olmayı bulur iken gerçek oldukları yönde asli bir varoluşa haizdirler.

Tanrı’da ise maddi olma durumu ile şahıs olma durumu aynılık düzeyinde özdeşlikte kendi olma durumunun kendi ile anlamlı olma durumuna haiz olmasına içkin gerçekleşir. Bu durumda Tanrı’da nesnelliğe -maddi belirlenime- dair gerçekleşen vücudun veya şahıs olma durumunda kendi olma durumu olarak beliren anlamın, birbirine önsel olduğundan bahsedilemez. O eş anlı olarak hem nur hem şahıs olmakta vücud sahibi olarak kendi ile anlamlı olan hakiki varlıktır. Bu anlamda elbette kendisi ile var olanlara kıyasen vücud belirlenimi ile asliyetini korur. Kendi varlığının hem nesnesi hem öznesi olan bir varlık kendi ile anlamlı olandır.

Tanrı, mutlakıyete dair nesnel ve öznel belirlenimleri ile kendi olmayı aynılık düzeyinde özdeşlikte bulurken de her daim yarattıklarına kıyasen asliyetini koruyan olarak kendi olmaya dair mutlak anlamlılığa

haizdir… ki bu anlamda mutlak anlamlılık, her var olanın kendi özünde bulacağı olup da olumsuzlayamayacağı kendi olma durumunda saklı durur. Nur ve şahıs olmanın anlam ve vücud belirlenimli özdeşliğinde kendi olmayı mahiyet belirlenimli bulan Tanrı için, nesnel ve öznel belirlenimli olmak, nedenini kendinde buluyor iken asliyeti, esas olmayı kendi olmasında bulmaktan öte değildir.

Ancak, yukarıda belirtilen anlam yüklemli gerçekleşen isim belirlenimli tanrısallar (esmayı hüsna), yüklem alınmış özdeşlik belirleniminde değişime açık yaratım oluşunda neden bağıntılarında mümkün kılınmış olmakta, aynılık düzeyinde özdeşlikte değil, ayrı değil aynı da değil bağıntısında gerçekleşen yüklem alınmış özdeşlikte, kendiliği kılıyor/ oluyor belirlenimli anlama haiz olarak gerçekleşir… ki her ne kadar Tanrı’nın tanrısal belirlenimleri ve yaratılmış olanların varoluşuna dair belirli kılan özsel asli gerçekleri -anlamları- olsalar da bilfiil olup da bilkuvve sonradan gerçekleşip de yüklem alınmış olanın itibari olmasından dolayı itibari olmaktan öte değillerdir.

En basit anlamda anlam, her ne kadar gerçek olana veya gerçekleşene içkin gerçeklik belirlenimi olsa da yüklem alınırken inanılmış gerçeklik olarak gerçekleşirken itibari anlamda yüklem alınıyor olmaktan öte gerçekleşmez. Anne, baba, filozof veya sanatçı vb. olmak dahi her ne kadar gerçeklik bağıntısında gerçekleşir iken gerçek olsa da öznelliğe itibari anlamda yüklem alınmış inanılmış gerçeklikler olmaktan öte değillerdir… bilfiil iken bilkuvve karakter/ kimlik biçimsel gerçekleşen inanılmış gerçeklikler, kendiliği kılarken olunan inanılmış gerçeklikler olarak itibaridir… ama alan ve ilişki belirleniminde gerçekleşen anlam belirlenimi ve Rabb, Mürebbi, Hâkim, Musavvir vb. tanrısallara içkin gerçekliği taşırken asli gerçekleşirler. Eril ve dirimsel biricik gerçekleşme durumunda, ilişkilerde anlamına bağlı gerçekleşir iken aslidirler. Söz konusu esmayı hüsna ise zaten tanrısal olmaları sebebi ile aslidirler ve yüklem alınmış inanılmış gerçeklikler iken itibari olarak gerçekleşmekten öte durmayan mahiyet belirlenimli anlamlardır.

Bu durumda, anlamın hem asli hem de itibari olmaya özdeş değil de bir bağlamda asli, farklı bir bağlamda ise itibari olarak çift yönlü varoluş biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Yaratılmış olanlar da erek bağıntısında gerçekleşen ilke olarak hareket belirlenimli gerçekleşen anlamlılığa haiz olarak vücud bulur iken görüngü olarak vücud, özsel anlamlılık – vücud- belirlenimleri ile belirli kılınmış olmakta gerçekleşir. Anlam gerçeklik belirlenimi olarak asli iken yüklem almaya açık inanılmış gerçeklik ve değişen oluş içinde gerçekleşen yargı olarak itibaridir. Vücud da anlamın gerçeklik belirlenimine haiz yüklem alınmış itibari belirlenim iken gerçeği yansıttığı ve gerçekliği kadar asli olma durumunda gerçekleşendir.

Vücud her daim mahiyetin vücududur. Nicel belirlenimli varoluşta tümel içerikli var olmaktan bahsetmekte isek vücud her daim mahiyetlerin vücud bulmuş durumudur. Mahiyete dair farklılıklar vücuda dair farklılıkların da görünüşüne sebeptir. Vücuda dair farklı belirimler ve değişimler vücudun, Molla Sadra’nın da dikkat çektiği gibi özsel anlamda değişim içerdiği gerçeğini gösterir.

Molla Sadra’nın da dikkat çektiği gibi arazi değişimler özsel olanın da değişim içerdiği gerçeğini görünür kılmakta… bu, özsel olanda, nicel belirlenimli hareket bağıntısında gerçekleşmelerin olduğu gerçeğini de görünür kılar. Ancak, hakiki varlık anlamında var olanların var olma zemini ve üst gerçekliği olan nur niteliğine haiz Tanrı dahi mahiyet belirlenimli vücud sahibi iken O’nun ile var olanların dahi mahiyet belirlenimli vücud sahibi olduğu gerçeğine yabancı kalınmamalıdır. Nicel belirlenimli tümel içerikte varlık olmak gerçekleşir iken nicel belirlenimli hareket bağıntısında gerçekleşen mahiyet belirlenimli var olma durumu veya gerçekleştirdiklerine bağlı olarak gerçekleşen yüklem almalarda kendini kılarken mahiyet belirlenimli var olma durumu, aynı tözden -nurdan- kaynaklı gerçekleşen hareket bağıntısında yüklemler almakta gerçekleşen değişime açık varoluşu görünür kılar.

Özde gerçekleşen her ne ise anlam-değer, içerik-biçim, temsil-tasvir, indirgeme-izafiyet, ölçü-niteleme-gerçekleşeme, zaman-mekân bağıntısında varlık sahnesinde hem var olanlar üzerinden tanrısalların belirimi hem de olay-ilişki örüntüsünde mahiyete dair anlamlılığın görünüş bulmasında üstlendiği anlamlılığı gerçekleştirir. Yaratılış mitinde Âdem’e “İsimleri söyle” denilir iken varlığa dair mahiyet belirlenimli gerçekliklerini dil dolayımında görünür -aşikâr- kıl, denilmiştir. Bu durumda dış dünya diye bildiğimiz var olanların alanında, varlık olmaya dair sadece salt vücud değil, ayrı değil, aynı da değil oluş bağıntısında mahiyet belirlenimli gerçekleşen var olanlara da yer verilmiş olduğu gerçeğine dikkat çekilir. Bu duruma katmanlı varoluştan ve ayrı değil aynı da değil olmanın bağıntısında bakıldığında, vücuda dair her gerçekleşme biçiminde mahiyet belirlenimli vücud buluyor olmaktan bahsedilmektedir.

Âdem’in yaratılış mitinde de ereğe bağlı mahiyet belirlenimli bedene dair yaratım ve ruh verilmiş olarak kendi olmayı bedene aşkın buluyor olma gerçeği, temsilen anlatılır. Doğru kavramlaştırma, isimlendirme ayrıca ussal ve talime açık tahkike dayalı yöntem/ yöntemler ile aynalaşmaya dair varoluşta katmanlı gerçekleşmede varlığa dair gerçekleri bilme olanağı vardır.

Daha bir geniş perspektiften bakılır ise özde tanrısal mahiyette gerçekleşen her ne ise içerden olarak yine kendinde gerçekleşen katmanlı oluşa bağlı derinlikte dışlaşmakta olarak gerçekleşir iken karşılıklı varoluşun olanaklı kılındığı aynalaşma oluşu içinde refleksiyon belirlenimli ve çift yönlü gerçekleşme belirlenimlerinde gerçekleşir. Bu durumda esfeli safilin de diyebileceğimiz tanrısal bilinçaltı da diyebileceğimiz içinde bulunduğumuz bu dünyada tanrısallara (canlılık, şahıs olmak, öznellik, duygular, irade, anlam, tümel belirlenimli olup da biricik gerçekleşen iyi, doğru, güzel, merhamet, sevgi, görme, duyma, us vb.) dair ne gerçekleşmekte ise özde yani Tanrı’nın nura dair kendilik

-tanrısal- alanında gerçekleştiği içindir ki varlık sahnesinde de gerçekleşme olanağı olan olarak gerçekleşmekte olandır.

En basit örnek ile esmayı hüsna sadece Tanrı’ya ait gerçekleşen değil, var olanlara dair de gerçekleşen tümel belirlenimler olarak görüldüğünde, varlık sahnesinde tümellere dair ne gerçekleşmekte ise öncelikli olarak Tanrı’da gerçekleştiği içindir ki var olanlarda da gerçekleşme olanağı bulmaktadır. Var olmak; hep çift yönlü açılımlarda ve çok anlamlı dolayısıyla da çoklu gerçeklikte gerçekleşiyor iken çift yönlü ve çok anlamlı/ çoklu gerçeklik belirlenimleri ile ayrı değil aynı da değil bağıntısında gerçekleşen bağlamlarında değerlendirilmelidir. Bu neden ile sadece tek yönlü olarak doğrusal olan ve tek anlamlı/ gerçekli yaklaşımlara dair ifadeler taşıyan önermelere, yargılara yanılgıya düşmemek için dikkat etmek gerekir.

Hareket dahi varlığın varoluşuna özdeş gerçekleşir iken hareketin faili olan Tanrı olduğundan, tanrısal belirlenimli olarak özsel olup var olanların kendilerine dair kılınmış olmakta bulduğudur. Hareket hep bir varlığın hareketi olarak varlık-hareket-zaman bağıntısında varlık- hareket-zaman bağıntısına özdeş gerçekleşendir… ki bu anlamda varlığın hareketi olarak duyulara mahsus izlenebilen, zaman-mekân bağıntısında gerçekleşen değişim ilkesi gereği ussal anlamda tespit edilebilen, nicel belirlenimli kuvvet etkileşimlerinde gözlenebilir olup da bilinebilir olandır. Salt duyusal bakış gerçeğe körlük taşır iken her izlenim sağduyunun ve kavramsal anlamda da usun eşlik etmesi ile deneyime dair gerçekleşir. Varlık sahnesinde hareket, süreksizlik ve değişim oluşunda izlenebilir olmak ile kalmayıp varoluş eşikleri ve ilke belirlenimli anlama haiz varoluşta, tümel niteliklerde beliren özsel anlam gerçekleşmesinde vücud bulanlar üzerinden değişime rağmen değişmeyenler ile de ussal olarak gözlemlenebilir olandır. Gerçeğe dair gerçekleşen ne ise anlam belirlenimli mahiyet olup da vücud bulur iken deneyime açık usa dair olarak bilinmeye de açık gerçekleşir/ olandır.

Düşünce, us, irade, duygu, anlam, değer vb. dair her ne gerçekleşmekte ise yine varlığın bir olanağı olarak varlıkta gerçekleşir iken varlığa yüklem alınmış anlam yükünde gerçekleşmekte olur.

Katmanlı varoluş bağıntısında aynalaşmaya dair karşılıklı varoluşunda olanaklı kılınmasında varlıkta gerçekleşen olay-ilişki bağıntısında da anlam ortak bir değer, ruhlanma belirimi olarak gerçekleşir. Bunun ile de kalmaz aynalaşmaya dair ilişki bağıntısında aynalaşmanın farkında olunmasa dahi anlamın akıcılığı ile bulaşıcı olmasında anlamı yüklem almaya açık iken anlam yüklem almaya açık yaratım etkinliğinin en temel belirleyeni olur. Anlam yüklemlerinin değişen oluşu içinde öznellik, değişen yaratım oluşunda, özde hep kendi olanın kendini farklı belirlenimlerde, düzeylerde kıldıkları/ oldukları ile gerçekleştiriyor olması gerçeğinde anlama dair yüklem almalarda gerçekleşen olgusallığa haizdir.

Özde ben olanın yüklem almalara bağlı olarak kişilik, karakter, kimlik belirlenimlerinde kendini kılıyor oldukları, ayrı benler olarak deneyimledikleri değil, ben olmanın görünüş biçimleri olarak deneyimledikleri olmaktan öte değildir. Bu anlamda kişiliğe, karakterlere, kimliklere dair her belirlenim, ben olan şahsın -kendiliğe- sonradan aldığı/ edindiği, kazandığı, hak ettiği vb. durumlarda kattığı yüklemleri olarak kendiliğin kendini kıldığı yaratım biçimleri olarak gerçekleşir. Ben olanın kendini kıldığı/ olduğu her yüklem, öz kendi olma durumundan ayrı olmadan -bağımsız- gerçekleşmediği gibi öz kendilik ile aynı da olmadan yüklem alınmış özdeşlik belirleniminde değişen yüklem almalar da gerçekleşir. Her can özde ben olma durumuna sahip olsa da ben olmayı yüklem aldığı ve inandığı gerçeklik belirlenimine göre deneyimler. Bir bebek dahi şahıs olmanın benzersizliğine haiz bakarken perdesiz baktığı dünyaya yüklemsiz bakıyordur… ki yüklem aldıkça kendiliğini kıldıkları/ olduklarında ben olmayı yüklem almanın yaratım oluşunda deneyimliyordur. Anlam, değişen yüklem almalara bağlı yaratım oluşunda, yüklem almalara bağlı değişen kendi olmalarda yaratımın en temel belirleyenidir.

Anlamın metafizik belirlenimleri olan dirimsel, eril, biricik, eyler, yüklem olup da kendinde kılan, kendine eyleyen vb. olmasından da bakıldığında; anlamın gerçekleşme biçimleri olan kavram, isim ve imge

de bu özelliklere haiz olarak yüklem almaya açık yaratım oluşunda hep anlamı içeren bir varoluşta gerçekleşme olanağı sağlar. Düşüncenin yaratım etkinliğinde anlam, gerçekleşme erkine dolayısıyla da iradesine bürünürken eyleme evrilen gerçekleşme sürecinde belirir. Eylem anlamın bilfiil iken bilkuvve vücuda geldiği yaratıcı etkinlik dışlaşması olarak gerçekleşen iken anlam artık irade ve eylemde vücud bulmuş olarak yani irade ve eylemi öznel gerçekleşme biçimleri bulmuş olarak gerçekleşir. Duygular da anlama bağlı anlama içkin gerçekleşir iken anlamdan bağımsız gerçekleşen değil, anlamın gerçekleştiği öznel biçimler olarak gerçekleşirler. Duygular, irade, eylem anlamın öznel gerçekleşme biçimleri olarak değişen oluşta gerçekleşir iken değişen yüklem alma durumları olarak gerçekleşirler. Yüklem almaya açık oluşta değişen yüklemlerden bakıldığında değişim, anlamlılığın farklı ve yeni durumlarda gerçekleşmesinin ve sürekli kılınmasının da olanağı olarak gerçekleşir.

Farklı bir biçimde bir daha belirtmek gerekir ise: Kavram; varlığa içkin gerçekliğin, gerçekleşme belirlenimi olan evrensel gerçeklerin yani anlama dair gerçekliğin/ gerçeklerin -idenin- karşılayanı olan ve dil dolayımında temsil içerikli olarak yüklem alınmış özdeşlikte anlama – dolayısıyla da gerçeğe- özdeş olarak öznellikte gerçekleşendir. Bunun içindir ki gerçeğe dair olan anlama dair olmakta gerçekleştiğinden, doğru kavram kullanımı ile dil dolayımında bilinebilir ve anlatılabilir olandır. İsim; varlığı işaret edenken tümel içerikli gerçekleşen karakter biçimsel çizgilerinde gerçekleşen anlamını açık eden ayrıca bilfiil olup da bilkuvve vücuda gelen kimlik biçimsel biçimlenişleri yani öznel vücuda gelmeleri de anlamlı kılmanın olanağıdır. İmge; varlığın kendi olmaya dair anlamının, karakter biçimsel çizgileri ile öznelde yeniden yaratılıyor olarak karşılanmasıdır. Görüngüye dair anlam, olay ilişki örüntüsünde gerçekleşir iken imge, olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşen anlamın öznelde canlandırılmış olarak gerçekleşmesinin olanağını sağlayan olanak olarak gerçekleşir.

Kavram bağıntısında anlamı kavrar ve anlam ile biliriz. İsimle nitelenenleri gerçekliğine dair anlamlı olmakta buluruz. İmge ile de varlık sahnesinde görüngü olarak belirenleri karakter çizgi belirlenimli ve olay-ilişki örüntüsünde anlamaya açık oluruz/ dururuz. Kavramın varlıkta karşılığı evrensel, tanrısal, zamansız gerçekleşen tümel olmaya içkin ide olarak anlamdır. İsmin karşılığı isim ile uyumlu olan nesnesidir. İmgenin karşılığı da karakter çizgilerinde ve olay-ilişki örüntüsünde yüklü olduğu ideyi -anlamı- açımlayan görüngüdür. Bir daha söylemek gerekir ise kavram, isim ve imge anlamın gerçekleşme biçimleri olarak gerçekleşme nesneleridir.

Varlık kendi olma belirlenimleri ile kendi olmakta anlama haizdir. Eş deyiş ile var olmak, anlama özdeş gerçekleşir. Anlama özdeş çizgilerde karakter biçimsel olarak anlam örüntüsünde var olunur. Anlamsızlığa dair bir varoluşun gerçekleşmesine yaratım oluşu içinde olanak yoktur.

Nicel belirlenimlere haiz ölçü üzeri var olmaktan bahsedilirse ise eğer varoluş nicel zeminden kaynaklı olarak gerçekleşir iken en temelde nicel zeminde öznelliğin, tümele dair varoluşun da gerçekleştiği unutulmamalıdır. Nicel belirlenimli bir yaratım oluşunda anlama dair nitelik yüklemli varoluş bulunuyor olması, varoluşu anlamsız kılmaz. Bilakis anlamın/ anlamlılığın hangi zeminden kaynaklı olarak nasıl gerçekleştiğinin gerçeğini verir. Zaten en temelde nurun nicel belirlenimli olmasına rağmen özsel anlamda nur olması tümelinde öznelliğe haiz kendi olma durumunda şahıs olma niteliğine haiz olmasından da bakıldığında kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi olarak kendi ile anlamlı varlık olduğu idrak edilir/ edilmelidir. Öznellikte anlam, değer biçimsel gerçekleşir iken yaratıcı etkinlik, değer üreten çaba yani emek olmakta gerçekleşir iken değer yüklemli olarak anlamlılıktan da kaçışın olmadığı bir oluşta var olunur.

Anlama bağlı gerçekleşme belirlenimlerinde yüklem almaya açık değişen oluşta yaratıma açık var olunur iken hakikat, kendi olmaktan yana asli niteliğinde değişen değil, yüklem almaya açık olarak

yüklemlerinden kendini kıldıkları/ olduklarında değişen olarak yaratıma açık gerçekleşme etkinliğinde görünür olandır… ki bu bağlamda hakikat yüklem almaya açık oluşta kendini birçok alanda birçok karakter/ kimlik belirlenimli varoluş çizgilerinde vücuda getirir iken birçok veçhede görünüş bulandır.

Hakikat birçok belirlenimi gerçekleşen iken çoklu gerçeklikte bir yönü ile bilmekten yana eksik bilmek ile idrakine örtük kalacağımız olmaması gerekendir. Bilmekten yana en temel gerçeklik olarak metafizik anlamda bilinmesi gerekendir… ki bütün bilmelerimiz en temelden hareket ile doğru olarak yerli yerince gerçekleşmiş olsun. Hakikat sadece bilmek ile kalmayıp, varlığa veya varoluşa dair bilmenin sağlamasını da -tahkikini de- yapacağımız en temel kaynaktır… ki onun ile varlığa veya varoluşa dair kesin bilgi ile görü sahibi olmak olanaklı olsun.

En temel hakikat ise nur olup nurun kendisi de Allah’tan başkası değildir. Nur hem nicel belirlenimli nesnelliği hem de tümel belirlenimli öznelliği aynılık düzeyinde özdeşlikte kendi olma belirlenimi olarak bulan yaratıcı töz ve özne olandır. Yaratımda gerçekleşen katmanlı olmakta bilfiil iken bilkuvve yaratıma dair vücuda getirdikleri ile ayrı değil aynı da değil olmanın bağıntılılığında yüklem almaya açık oluşta hem yaratan hem de yaratıma açık olan gerçekliktir. Nicel belirlenimli ve hareket bağıntısında tümel belirlenimli özsel nitelik olarak kendisi ile var olanların hem temel gerçekliği hem de üst gerçekliği olarak Tanrı olma niteliğinde kendi olmayı bulandır.

Tanrı/ hakikat, kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi iken hep bilfiil olmakta bilkuvve yarattıklarının da hem nesnesi hem öznesi olarak gerçekleşme erkini gerçekleşme iradesi olarak buluyor iken harekete içkin irade sahibi olarak kendini gerçekleştirendir. Yarattıklarına içkin yaratıcı etkinlikte dışlaşan tanrısal belirlenimleri ile görünüş bulsa da gerçekleştirdiklerine içkin hep gizil kalandır. Hareket

bağıntısında ereğe/ hikmete bağlı olarak yarattıklarını bütüne dair kılmış olarak varlık sahnesinde kılandır.

Her var olan tanrısallardan paye almış olarak tümel belirlenimli görünüş bulsa da en temelde nicelliği içeren harekette bağlı gerçekleşen neden bağıntılarında var olmayı, yaratıcı tözün nicel belirlenimli tözsel yapısının sonucu olarak bulur. Bu anlamda hakikatteki tözsel çokluk hareket bağıntısında yekvücud gerçekleşir iken varlık sahnesindeki çokluk, hakikatin içerdiği tözsel çokluğun bir sonucu -ürünü- olarak ondan bağımsız olmadan hareket ve neden bağıntısında gerçekleşen bütünlükte -vahdette-gerçekleşme olanağı bulandır. Her var ettiği de O’na ait tanrısal belirlenimlerin kendisine dair kılınmış olmasında yani hakikatten paye almış pay sahibi olmuş olarak başkası kılınmış olmakta kendi olmayı, gerçekten paye almış olmakta gerçek bulmuş olarak vardır.

Hakikat ile var olunsa da her can kendi olmakta varlık sahnesine kendi olmanın gerçekliği kadar çıkar ve yaşar. Tanrısallardan paye aldığı ve ereğine bağlı gerçekleşme erki -iradesi bulduğu yönde ahlak biçimsel olarak var olmak zorunda kalandır. Bu anlamda hakikat sahibi Tanrı’ya göre ahlak sahibi olması gereken olarak kendi olmayı ilke belirlenimli gerçekleştirdikçe var olmayı hak ediyor olarak var olmaya açık yaratım etkinliğinde bulunur.

Nicel belirlenimli nesnel ve öznel bir zeminden kaynaklı olarak nitel belirlenimli varoluş, özden kaynaklı olarak gerçekleşmekte. Çünkü var etmeye başladığında kendi ile var etmenin gerçeğinde her ne var olmakta ise nicel olarak ölçü üzeri halk edilir iken yaratıldığından paye alırken yaratıldığı ile de nitelik kazanmaktadır.

“Allah yerin ve göklerin nurudur’’ derken O’nun ile nitelik bulan yer ve gökler ifade edilmektedir. İnci tanesine benzer misal ile nicel belirlenimli yönü ifade edilirken nicel belirlenimli niteliğinin de olduğu ifade edilmiş olur. Yerin ve göklerin yaratıcı tözü yani kendinden var

edeni olarak var ettiklerinin üst ve ortak gerçeğidir… ki Rabb-ül Âlemin tanımlaması ile de yaratılmış olanları üst ve ortak gerçeği olduğu ifade edilmiş olur. Nicel belirlenimli yönü ile salt nicel belirlenimli anlamlı kılınmayacak kadar tümel belirlenimli öznelliğe sahip olduğu da unutulmamalıdır. Neden bağıntılarına göre nitelediğinizde de O’nu artık nitelik sahibi olarak görünüşe taşıyorsunuz.

Nur ayetini ilke belirlenimli hakkı gereği okuduğunuzda, bizatihi metafizik yapıyorsunuz. Nur ayeti yüksek düzeyde metafizik içerir. Aynen İhlas suresinde Allah’ın zati durumu kavramsal ve betimlenmiş olarak tanımlanırken olduğu gibi… Nur ayetinde Allah’ın ne olduğu ve her şeyin O’nun ile var olduğu, metafizik içerik taşıyan betimlemede ifade edilir. İhlas suresinde de Allah’ın zatı ile hangi niteliklerde kendi olduğu, varlığının hem öznesi ve nesnesi olarak nedeni kendi olarak var iken yarattıklarına nazaran nasıl aşkın bir varoluşta kendi olduğunun gerçeği ifade edilir. Bir dengi de yoktur denilir iken karşıtı olarak denginin olmadığı oluş içinde yaratımda belirleyici olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Peki bizim burada sorunumuz ne? Özgür irade, adalet, cennet ve cehennem… Mutezile ehli sadece adalet sıfatının gerçekleşmesi gerektiği yönünde ve özgür irade sahibi olunduğu yönde görüş bildirmiş. Allah adalet sahibidir, Allah adaletlidir. Bizler özgür irade sahibiyizdir derler. Özgür irade sahibi değil isek cehennem hak edilen olmamakta. Cehennem var ise özgür irade sahibi olmamız gerekli gibi görüşleri var. Modern dünyanın özgür irade yaklaşımları ile ne kadar benzeşen yönleri var değil mi?

Peki “Ben istemeden siz isteyemezsiniz’ ayetini nereye koyacaksınız. Onun ile gerçekleşen yaratımı nereye koyacaksınız. Hep onunla var ve var olmakta iken kendi başına bir nedenimiz yok iken varoluşsal anlamda özgür olduğumuz söylenebilinir mi? Ötelerde bulunan bir Tanrı da var etmiyor. Kıldık, verdik, yapıyoruz olarak yaratımda daim fail olan bir Allah var. Görmeyi kılan, duymayı kılan bir Rabb var.

Yaratımı şu biçimde de anlayın… elinizle tutmak sizin elinizde mi, görmek sizin elinizde mi, konuşmak sizin elinizde mi? Kendi olmaya dair olanaklarınızı kullanıyor olmanız, onların tanrısal anlamda size ait olduğu değil, size dair kılınmış olduğu gerçeği ile ilgilidir. Görmenin gerçekleşmesinin aidiyeti sizde değil, kalbin çalışmasının aidiyeti sizde değil, var olmanın aidiyeti dahi siz de değil. Elinde olmadan var olmayı bulan, başka bir deyişle de fakr olmakta varlık bulan bir mevcud için özgür irade ne anlam taşır?

Bana birisi göstersin, şu bedenin neresi bana aidiyette gerçekleşmekte? Var olmak elimde olmadan tanrısallar ile Tanrı’dan paye almakta gerçekleşmekte iken var olmak elimde midir? Hücreyi sen mi yaratıyorsun, yeniden çoğalmasını olanaklı mı kılmaktasın? Hücrelerinizden daha fazla mikrobiyota ile de var olduğunuzu unutmayın. Sizin elinizde midir onlar ile var olmak veya var olmamak? Onlarda tanrısallar ile paye almış olmanın gerçeğinde yaratılmış değil mi? Bizatihi organize olarak gerçekleşme erki gösterdiklerinde beliren ortak iradelerini kendi irademiz olarak buluyor iken gerçekte ne kadar kendimiziz? Var olmaya dair ne kadar özgür iradede belirleyiciyiz? Onlar gerçekleşme erki -iradesi- gösterdiklerinde siz o gerçekleşme erkinden uzak mı hareket ediyorsunuz? Aynen bir kadının ihtiyacı olan minarelleri, canının çektiği ile aşermesi gibi onların iradesini gerçekleştirmekte isek ne olacak! Onlara ne kadar hayır diyebiliyoruz?

Sayısızca neden bağıntısı içinde siz tek başına kendiniz mi var olmakta, özgür irade mi göstermektesiniz? Siz daha karar vermeden üst bir gerçeklik katmanında irade dahi önceden belirlenmiş gerçekleşir iken irade edenin iradesini gerçekleşme erki olarak bulur iken kendiniz olmakta değil misiniz? Yaratılmış olmak olmuş bitmiş olarak var olmak anlamını taşırken özgür irade gerçek midir?

Siz ne kadar sizsiniz? İçinde bulunduğunuz evrenin sınırsız neden bağıntıları içerisinde bütün işleri siz yapıyorsunuz öylemi? En basiti bugün dahi buraya kadar birçok belirsizlikler içinde geldik. Evet buraya

gelme iradesi göstererek geldik ama birçok belirsizlikler itibariyle geldik. Peki gerçekte siz mi geldiniz? Bu durumda özgür irade meselesi niye sorunumuz olmaktadır? Aslında buna dikkat çekmek istemekteyim.

Hakikat otoriterdir, kendisinin dışında var olunmaz. Mesela: ben ateist olayım ve hakikati doğa olarak kabul ettim diyelim. Doğanın dışında mı varım, var olmak için doğanın dışına çıkabilir miyim? Hakikat otoriter… doğa da hakikat bağıntısında kendisi ile var olduğum otoriter tarafı ile yaşadığımdır. Onun dışına çıkamam. Böyle düşünsek de doğa nedeni kendi olmayan belirlenimleri ile hakiki varlık olmaktan uzak iken hakikat olarak kabul edeceğim değildir. Tanrı ile nedenini bulan doğa içinde Tanrı ile Tanrı’dan paye almış olmakta pay sahibi olarak doğa sahnesinde görünüş bulmaktayım. Doğanın kendisi olan Tanrı anlayışı ile de bakmakta değilim. Doğayı da var eden, doğada ki yasallığı, ilkelliği, parçalardaki bütünlüğü, vahdeti de var eden, Tanrı’nın otoriter varlık olduğu hakikat, benim ve her var olanların üst ve evrensel ortak hakikatidir.

Eskiler ahlakullah ve sünnetullah gibi kavramlar kullanmışlar. Bunlar iki ayrı kavram da değil, kendinde nesnelliğe haiz yasaları olan Tanrı’nın, yasalar zemininden hareketle ahlak sahibi olarak tavırlarda kendisini gerçekleştirmesini anlamlı kılan iki kavram çifti olarak değerlendirilmelidir. Sünnetullah Tanrı’nın doğaya dair belirli kıldığı varoluş eşiklerinde gerçekleşen yasalardır. Tümel belirlenimli tanrısalların gerçekleşmesi sürekliliği de bu zeminden hareket ile gerçekleşir. Sünnetullah, ölçü üzeri yaratımı içerir iken ahlakullah tanrısal tavırlar üzeri kendini kılmak, tinsel anlamda yüklem almaya açık yaratım oluşunda kendini gerçekleştirmek anlamını içerir. Her şeyi bir ölçü üzeri yaratan, her an yeni bir tavırda yaratım oluşunda iken rahmeti kendine farz kılmış olarak da kendine dair yaratım oluşunu belirli kılmaktadır.

Böylesi bir varlık hem öznelliği hem nesnelliği içeren değil mi? Bizler bunu niye böyle okumuyoruz? Gerçeğin hangi yönleri içeriyor olarak gerçek olduğundan, Tanrı’nın nasıl bir gerçekliği olduğundan uzak bir düşünce dünyasında olduğumuz için böyle düşünemiyoruz.

Hakikat otoritedir… ya ondan hareketle bütün varlık alemini okuyacaksınız ya da boş boş bakacaksınız. Hume’ ye gidersen âlem koca bir hiç, hiçbir anlamı da yok, sebep-sonuç dediğin zaten yok… psikolojik bir yanılsamadan öte değil. Kant’a gidersen zaten Tanrı ötelerde ve Kant’a göre sadece ahlakın konusu… iman edilmesi de değil, inanılması gerektiği yerde durması gereken. Müslümansanız Kant’a uğrayamazsınız, ayet bilginiz varsa uğramanıza imkân yok. Ateist iseniz ayetlerin insan uydurması olduğunu ifade edebilirsiniz.

Kur’an ile beraber Arap dili yeniden şekillendiriliyor. Tanrı’nın hakikatine, verilmiş hükümlere, O’nun varlığında O’na göre nasıl yaşanması gerektiğine dair yeniden biçimlendiriliyor. Sadece hakikat ifade edilmiyor, hakikate göre nasıl yaşanması gerektiği de ifade ediliyor. Yaşananların sonuçları olan bir dünyada, sonuç alınması gereken bir hakikat ifade edilir iken arketipal anlamda olay örüntüsünde gerçekleşen sonuçlardan bahsediliyor.

“Sen görmezsin o dağları yürütürüz” ne zaman keşfedildi? “Demiri gökten indirdik” ne zaman keşfedildi? “İki derya birbirine karışmaz” içerik yoğunluklarda var iken karışmaz oldukları ne zaman keşfedildi? “Biz her şeyi ölçü üzere yarattık” ölçü nedir, yaratma nedir; yani nasıl bir ölçüdür… Kur’an indirilirken kim biliyordu bunları. O vakit ticaret ve şiirlerin okunduğu bir zihniyetin hâkim olduğu dünyada, Kur’an ile bilmedikleri şeyler ifade edilir iken biz bu duruma yabancı mı kalacağız? Elbette hayır.

Müşrikler “Şimdi sen diyorsun ki bunların hepsini bir kişi mi yapıyor?” Bugün bu soruyu sorduğunuzda bir müşrikin cehaletinden öte daha çetin bir şeyle karşı karşıyasınız… mikrodan makroya kadar neler

gerçekleşmekte ise hepsini gerçekleştiren ve hükmü altında var kılan bir Tanrı ile karşı karşıyayız. Bütün nurlar üzerinde hâkim olarak yekvücud olmayı nurunda korur iken yaratan, fail olan bir Tanrı. Nurunun ahadiyete dair yönü ile bir mertebede Ben derken vahideyete dair yönü ile gerçekleşen bir mertebe de Biz olmakta kendini ifade edebilecek gerçekliğe haiz olandır.

Bütün bu anlatılanlar doğrultusunda Cebrail’in yaratım anlatısına dönersek: Cebrail’in yaratım anlatısı, özgür irade ile ilgili bir konu. Rivayet edilir ki Cenabı Allah bin tane Cebrail yaratmış. Her birine “Sen kimsin, Ben kimim” diye sormuş. Cebrailler de Tanrı’dan paye almış olmanın gerçeğine örtük, varlık sahnesine aldıkları paye gereği pay sahibi olarak başkası olmakta çıktıklarından “Sen sensin Ben benim” demişler. Rivayete göre Cenabı Allah da hepsini bu cevap karşısında helak etmiş. Sonra bir tane Cebrail yaratır. Aynı soruyu ona da sorar. Rivayetlere göre ya Ebubekir Sıddık ya da Ali efendimizin ruhani yardımı ile Cebrail’e “Sen benim rabbim, varlık nedenimsin. Bende senin kulunum” sözü işitilir de Cebrail helak olmaktan kurtulur.

“Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum.” Bu ne demek? Ateiste veya Tanrı hakkında olumlu düşünceleri olmayana göre böylesi bir ifadeden, köleleri üzerinde efendi rolü üstlenen bir Tanrı tasavvuru anlaşılabilir. Böylesi bir Tanrı’yı kabul etmekten yana itirazları da duyar gibi oluruz. Rabb belirlenimli Tanrı anlayışınız var… otoriter ve kendi istediğini yapan, bencil egoist… Bu öyle bir şey değil, bu ahmakça ve sığca yaklaşımdır. Bu hikâyede esas olan varoluşun kimin ile nasıl ve ne için ve süreklikte gerçekleştiği ve gerçekleşmesi gerektiğidir.

Cebrail’den isterse bin tane var etsin ve binini de yok etsin. Kendi varlığının hakikatinden uzak olan kendine zulmettedir. Hem bin tane Cebrail’i yok etmek demek, hepsini aynı anda öldürmek anlamı da taşımakta değil. Zaman akışında, nedenini hakkı gereği bulmayanın yok olduğu, gerçeğe tutunmadan var olanların kayıp ruhlar gibi yok olup gideceği de anlaşılabilir… ki var olan her can var olduğu ortam gereği

faniliği ve fani olmasına bağlı olarak ölümü en doğal hali ile bulur. Ancak, melekler Tanrı nurundan yaratılmış ve nurdan beslenirken ölümsüzlüğü Tanrı ile bulan canlardır. Bu durumda bin tane Cebrail’in yaratılmış olduğu vazifesine, ereğinde olması gerekenine bağlı olarak kendi olma durumunda bulunmadığı ve bu neden ile yok edildiği gerçeğini de unutmamak gerekir.

Ereğinden ve aslından kopuk her can kendi gerçeğine ve varoluş misyonuna örtük iken kendine yönelik zulmette (karanlıktadır)… ki varoluş kendi ereğine bağlı yaşamda gerçeğini yani sonuçta açık olacak hikmetini açık etmenin oluşunda anlamlıdır. Aslı olan gerçeğine uyanıldığında da hakikatten yana hak kılınmış paye gereği var olunur iken hak kılınmış gerçeği hak etmek gerektiği gerçeğine de uyanmak gerekir.

“Sen benim rabbimsin ben de senin kulunum’ demek; Sen üzerimde galip sıfatların ile nedenim olan üst gerçekliksin. Gerçeğin galip doğası gereği Rabb olmak yaratmanın doğası gereği zaten gerçekleşmekte. Üzerimde galip olan tanrısal sıfatların ile kendi olmayı bulur iken elbette Sen benim Rabbimsin. Ben de sana ait olup da bana dair kılınmış olan tanrısal sıfatların ile var olan, tanrısal sıfatlarının ereğinde gerçekleşmesinin bir gereği olarak kulunum demektir.

Hakikat, yaratım gereği her yaratılmış olan üzerinde otoriterdir. Hakikatin otoriter olan kaçınılmaz doğası gereği O’na ait olup da kendi olmaya dair kılınmış tanrısal belirlenimlerini kendi olmanın gereğinde yaşıyor bulmak varoluşun olmazsa olmazıdır. Bu durumda ya hakikate gafil kendi nedenini kendi bilmiş olarak “Ben benim, sende sen” diyeceksiniz ya da “Sen benim Rabbimsin ben de senin kulun” diyerek hem varoluşun gerçekliğine olana uyanmış hem varoluşun sorumluluğunu hakikat referansından kaynaklı olarak üstlenmiş olursunuz.

“Sen Benim Rabbim, ben de senin kulunum” demek; üzerimde galip sıfatları ile nedenim olup da beni ben kılan Rabbin sıfatlarını gerçekleştiren kuluyum demektir… ki öte bir tanrının kuluyum anlamında değil. Üzerimde benden ayrı olmadan beni başkası kılmış olarak vücuda getirenin kuluyum. Çünkü Tanrı görendir, görmesinden paye verirken ben O’nun ile görüyorum. Gerçekte görenin, duyanın, sevenin, biçim verenin, merhamet edenin kulu olmaktayım… Rahman, Rahim, Musavvir, Vedud, Kerim vb. olanın kulu olarak kendi olmayı bulmaktayım. Bu, varoluşun kaçınılmazı olarak bulduğumuzdur.

Kendi olmayı hakkı gereği Tanrı ile bulmaktayım. O’nun hak kılmış olduğu tanrısal sıfatları ile var olmaktayım ve kul olmayı tanrısal sıfatları hakkı gereği yaşadığımda gerçekte kulluğun hakkını vermiş olmaktayım. Zaten yaratılmış her can tanrısalların gerçekleştiği mahal iken kul olmanın doğası gereği var olur. Kul olmayı yani Tanrı ile var olmayı hak edip etmemeye göre yaşar. Belki de bu anlamda Cebrail’den beklenen, hakkı gereği gerçeğe uyanmış ve hak ederek gerçeği yaşaması gerektiği yönde, katmanlı varoluşta Tanrı’ya hakiki bir ayna olmasıdır. Kendiliğe dair derin yalnızlığın ölümüne bir anlamda katkıda bulunmasıdır. Belki de hikmeti… Tanrı ile nasıl var olunması gerektiği gerçeğini Namusu Ekber, başka bir deyişle de Ruh-ül Kudüs olarak göstermesidir.

“Sen kimsin, Ben kimim” sorusu için ayrıca belirtmek gerekir ki karşılıklı varoluşta kim olduğunun tanımlanması sorusu olduğudur. Kim olduğunu ben lafsı ile nesnelliğe aşkın tanımlar iken öznel varoluşta kendini kendi olmaya dair anlam beliriminde tanıtlamanın da ifadesini taşır. “Sen sensin, ben de benim” cevabında dahi var olmanın kendinde anlamlı ve değer biçimsel gerçekleştiği ahlak biçimsel duruma tanık olunabilir. “Sen benim Rabbim, bende senin kulunum” cevabında da kim olunduğuna, ne/ kim ile kendi olunduğunun gerçeğine dair nedensellik bağıntısında cevap verildiği görülür.

“Sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum” derken; Ya Rabbi ben senin ile varım, senin ile var iken yok değil, senin ile gerçeğim. Fakrı, – varoluşumun- yaratılmış olmanın doğası gereği nedeni kendi olmamamdan dolayı bulsam da senin ile var iken gerçeğim… senin ile kendim olabilmekteyim anlamında varlığının gerçekliğini, nedeni ile ifade ettiği görülür… ki bu, nedeni kendi olmayıp da üst ve evrensel olan gerçeklik ile kendi olmayı bulan her canın kendi olmaya doğru yürüyeceği doğru yoludur.

Bin Cebrail’in yok edilmesi ve yeni bir Cebrail’in var edilmesi gerçeğinden bakıldığında da karşılıklı varoluşta anlam-değer varoluşunda karşılıklı olarak yaratıma açık olmanın gerçeğine de tanık olmak önemlidir. Her anlatı kendinde olay ve olgu örüntüsüne bağlı olarak çoklu anlamlılığı gösterir iken birçok açıdan yorumlanabilir olma gerçeğini de gösterir.

Peki Cebrail nedeni kendi olmayan olarak üst bir gerçeklikten paye almış pay sahibi olarak var iken var olmasının hakikati gereği ile ne kadar özgürdür. Söz konusu yaratım ise hakikatin otoritesi altında özgürlük bir yanılsamadan öte değildir. Her varlık kendi olmayı başkası kılınmış olmakta bulur iken kendi olmanın özerkliğini kendi olmakta ve varlık sahnesine kendi olarak çıkmakta bulur. Böyle olmak ile beraber özgün ve özgül belirlenimleri ile kendini gerçekleştirme özgürlüğü gösterir. Bu durumda özgürlük kendini gerçekleştirme özgürlüğü olsa da sonuçta ereğinde Tanrı ile tanrısal olanları gerçekleştirir iken kendi olmak bulunduğunda özgürlük idealinde Tanrı ile kendi olmayı hakkı gereği gerçekleştirmek anlamını taşır. Tanrı ile var olunduğu gerçeği ile hakikatin sorumluluğunu yüklenmiş olmakta iken kendi varlığının sorumluluğunu da yüklenmiş olduğu unutulmamalıdır.

“Sen benim Rabbim, ben de senin kulunum” ifadesine bir daha döner isek: Bu ifade, Sen varsın ben yokum anlamını taşımaz. Senin ile kendim olurken senin ile gerçek olmayı buluyorum anlamını taşır. Sana ait olup da bana dair kılmış olduğun sıfat, karakter/ kimlik içerikli

tanrısalları yaşamayı vazifem biliyorum yani tanrısalları hakkı gereği yaşamayı, var olmaya, kendim olmaya dair sorumluluğum olarak buluyorum anlamını da taşır. Ben yokum Allah var değil, Allah ile varım anlamını taşır. Soruda ve cevabında bize anlatılan, bir varlığın kendi hakiki -asli- varlığından yoksunluğu kendi varlığına zulümdür. Bir varlığın kendi varlığının nedenselliğine uyanışı, aydınlanışı, kendi varlığını ve hayatı neye göre anlamlı bulmasıyla da ilgili bir konudur. “Sen sensin Ben de benim” derken kendi varlığını değer bulup da değer kıldığı yönde anlam bulunduğu görülür.

Varoluş değerdir ve değer olarak yüklem alındığında, kendinde değer olan kendinde anlamlıdır. Öz varlığından yoksunluk durumu ise kişinin kendine zulümdür. Çünkü “Sen sensin ben de benim” ifadesinde, kendini derin bir yalnızlığa derin bir boşluğa iten tekbenci bir kopuş vardır. Varoluş karşılıklı var olmakta hitap-muhatap ilişkisinde yaratıma açık kılınmış olmakta gerçekleşmesi gereken iken tekbenci kendi olmak, aslına örtük, bütünden kopuk, ilişkideki yaratıma açık olmayı donduran bir oluşta kılar.

Bugün modern hayatta da “Sen sensin ben de benim” ifadesi vardır. Karşılıklı ilişkilerde ben olmanın gerçeği tekbenci olarak görünüş bulur iken ilişkilerde öteki ile var olunduğunun gerçeğine örtük kalınır. Karşılıklı varoluşta anlam-değer, duygu-irade akışı içinde öteki ile yaratıma açık kendi olmanın hep yeni bir oluş içinde gerçekleştiği gerçeğine de örtük ve kapalı kalınır. Bu durumda anlamsızlığın boşluğuna mahkûm nice canlar gaflete kurban verilir.

“Sen sensin, ben de benim” ifadesi ile tavrı, ahlaki anlamda ve eylem birliğinde biz olmaktan da koparıcı değil midir? Siyasette biz mi var… bugün İsrail niye böyle, Filistin işler acısıdır, Afrika işler acısıdır. Avrupa Afrika’ya ve olan bitene çok mu duyarlıdır. Amerika Birleşik Devletleri siyaseten kendi menfaatlerini öncelerken diğer toplumların neleri yaşadığına çok mu duyarlıdır. Siyonist Yahudilerin zulmü insafsızca gerçekleşir iken dünya siyasetinin sözde hâkimleri sessizliklerini vicdani

ve hukuki anlamda bozmakta da değil. Kısmi anlamda halk hareketleri ise yetersiz gelmekte. “Sen sensin ben de benim” tavrı, aynalaşmaya dair karşılıklı varoluştan koparır iken birbirini olumsuzlayıp da buluşamayan karşıtların diyalektiğinde zalim ve acımasız kılabilmekte. Biz olabilmek değilse de beraber yaşamaktan dahi mahrum edebilmekte. Ötekinin varlık hakkını hiç kılabilmekte.

Katmanlı var olmakta metafizik belirlenimleri ile aynalaşılan bir evrendesinizdir. Yaptıklarınızın sonuçları olan bir dünyada yaptıklarınızın sonuçları ile aynalaşacağınız bir oluş içindesinizdir. Sibernetik ussal gerçekleşen bir oluş içinde erek nedeni belirli kılar iken ereğe bağlı anlaştığınız bir oluş içindesinizdir. İlkesel her düşünme biçiminde üst ve evrensel gerçeklikte aynalaşılan bir evrende olduğunuza tanık olabilirsiniz. Kendiliğe yüklem alınanlar ile refleksiyona bağlı her gerçekleşmede kişinin kendi ile aynalaşması da kaçınılmazdır. Düşünür iken kendini gerçekleştirme/ yaratım eyleminde bulunurken de kendilik kendiliğe nesne kılınmış olarak kişi kendine ayna kılınırken düşünme yaratım etkinliğinde aynalaşmaya dair başlamakta değil mi? Her soru sorduğunuzda kendinizi düşüncenizin de nesnesi kılmış olarak cevap arayışınızda, kendinize cevap vermekte olan iken kendi ile aynalaşmakta olan yine kendiniz değil mi?

En temelde yaratım ile varoluş, kendini gerçekleştirme etkinliğinde katmanlı gerçekleşirken kendiliğin yine kendine dönüşler içeren oluşu içinde hep aynalaşmakta gerçekleşir. Kendilik alanında yaratım söz konusu olduğunda, birbirini içsel ve dışsal kapsayan katmanlılıkta karşılıklı varoluş olanaklı kılındığında, aynalaşmanın zamansal ayrımında varoluş artık aynalaşmayı içeriyor olarak gerçektir/ gerçekleşir. Katmanlı var olmakta üst gerçeklikten paye almanın olanağında tümele dair benzerlikler içeriyor, tikelde farklı olarak tekil var olunmakta iken aynalaşma ayrı değil ama aynı da değil olmakta gerçekleşen bir olgu oluyor. Varoluş her ne kadar nicel içerikte nesnellik zemininden kaynaklı olarak gerçekleşse de nesnelliğe aşkın

anlamlılıkta, karşılıklı varoluşun olanaklı kılındığı aynalaşmanın oluşu içinde deneyimlediğimizdir. Gerçek böyle iken bunun farkında olma veya olmama gibi bir oluş içinde bulunulur. Yaşananların sonuçları olan bir evrende ve tanrısallara -tümellere dair benzerlikler içeren bir oluşta, varoluşun aynalaşmaya dair gerçekleştiğini bize hatırlatacak olan olgu ve olay belirlenimlerinde yaşarız. Ya farkına vardığımız ya da farkında olmadan yaşadığımız gerçeklikte gerçek, farkına varsak da varmasak da deneyime açık yaşamsal olarak gerçekleşendir.

Cebrail’e dair rivayet edilen anlatıya döner isek: irade sorunu hangi düzeyde var hangi düzeyde yok? Nereden bakmamız gerek? Çünkü kendimizi varlıkta böylesi olmakta bulduk. Var olanları önümüzde bulduk. Böylesi insan olarak doğduk. Modern yaşam ile beraber özgür irade sorunu ile karşı karşıya kaldık. Bundan yüz veya üç yüz sene önce doğsaydık özgür irade diye bir olgu üzerine belki de düşünmeyecektik. Bugünün galip sorunsal konularından bir tanesi. Dünün sorunu olmaktan daha çok bugünün sorunu olan bir konu. Elbet felsefe ve kelamda sorgulama konusu edilmiş ama genelin üzerine durmadığı bir konu. Bugün ise genelin üzerinde durduğu bir konu olarak görmekteyiz.

Kant çizgisinden bakarsak sorumlulukları üstlenen bir kişi olarak mı özgür iradeyi anlamlı kılacağız? Ödevleri, sorumlulukları olan veya her şeyi yapabilirim sınırsızlığın da gerçekleşen bir özgür irademiz mi olacak? Yapıyorsa ben yapıyorum demenin aymazlığında ötekini hiçe saydığımız bir özgür irademiz mi olmalı? Elbette hayır. Kendi varlığının sorumluluğunu üstlenmiş olanın, öteki ile var olduğunun gerçeğine bağlı olarak ötekinden de sorumlu olduğu gerçeğine uyanmak gerekir… ki bu durumda “Sen sensin ben de benim” ifadesi, özgür iradeye dair bir ifade olmaktan daha çok öteki ile ilişkide neden bağıntısında var olunur iken özgürleşebilmekten kendini mahrum etmek anlamını taşır. Sen öteki ile ilişkilerde kendi olmaya dair potansiyellerini gerçekleştirebilme özgürlüğünü bulacak iken ötekinden kendini

mahrum ettikçe, kendini özgürce gerçekleştirmekten de mahrum

etmektesindir.

Elbette söz konusu hakikat ise özgür irade sorunsal olmaktan daha çok bir yanılsamadır. Ancak varlık sahnesine kendi olmanın özerkliğinde ve kendi olmanın özgül belirlenimlerinde çıkarken kendi olma çabasında kendini gerçekleştirme erkini irade belirlenimi olarak bulur iken kendini gerçekleştirme özgürlüğünü de göstermiş oluruz. Kendini gerçekleştirme erkine bağlı gerçekleşen kendi olma çabası, özgür irade gösterebilme belirlenimidir. Böyle olsa da tekbenci olarak ötekinden kopuk değil öteki ile ilişkilerde varoluş gerçekleşir iken özgür iradeyi, ötekinin var olma hakkı olan özgür gerçekleşme hakkına bağlı olarak hak-had belirlenimlerinde uyumlu olabildikçe buluruz. Anlam-değer akışı içinde kendi olmayı öteki ile yaratıma açık kıldıkça özgürleşmeyi öteki ile buluruz. Yaşananların sonuçları olan bir oluş içinde ise özgürlüğü olumsuz sonuçlara mahkûm olmamakta bulabiliriz. Gerçekte özgürlüğü ise kendisi ile var olup da ucu açık yaratım oluşu içinde kendisinden paye almanın sürekliliği içinde tanrısalları yaşamaktan yana istidat artışında Tanrı ile buluruz.

Evet hakikat otoriterdir ama hakikat kendisi ile var olmakta iken kendi olmanın özgürlüğünde deneyimleniyor olarak yaşanandır… ki hakikat ile var olmak, kendi olmakta varlık sahnesine çıkar iken diğerleri ile ilişkide özgür kılınmış olarak var olmak anlamını taşır.

Hakikat söylevi de insanı tektipleştirmez. Buradaki hakikat söylevinden kastım; Marx’ın hakikati Hegel’in hakikati veya başka bir düşünürün buyurduğu hakikat değil. Hakikat dediğin, herkeste gerçekleşen olduğu içindir ki herkesin üst, evrensel ve ortak gerçeği olandır. Tektip kılan değil, çeşitlilikte başkası olmakta kendi olabilmeyi olanaklı kılandır. Bu anlamda İslam ile davet edilen hakikat, tektipleştiren bir hakikat değil, çatı bir hakikattir. Üst, evrensel olup da ortak gerçeğimiz olan bir hakikattir… ki onda buluşmamız gerektiğinin gerçeği İslam ile işaret edilir.

Söz konusu Allah’ın hakikati ise tümel belirlenimlerinde aynı gerçeklik deneyimleniyor olsa da herkes başkası olmakta kendi olarak varlık sahnesine çıkıyor. Herkes Allah’tan aldığı biriciklikte O’na ait sıfatlarıyla O’nun kendisine dair kıldıklarıyla kendi oluyor… ki hakikat böyle de olsa varlık sahnesine siz, kendiniz olarak çıkıyorsunuz. İşte Cebrail’in de “Sen sensin ben de benim” derken ifade ettiği gerçeklik budur. Varlık sahnesine kendi olmakta çıkmış ve kendini zikretmekte. Varlık sahnesine çıkmış ama hangi gerçeklikle var olduğunu bilmiyor. Ben olmaya dair kendi varlığının anlamlılığı var ama kendi varlığının anlamlılığının, Tanrı ile var olma bağıntısında ve ilişkisinde nasıl gerçekleştiğine gafil. Bir üst ilkeye göre kendi varlığının ereksel anlamda niçin olduğuna bağlı olarak gerçekleştiğinin anlamlılığı yok. Çünkü erek nedeni belirli kılarken neden, erek için ne için olmayı bulur. Her neden ereğine bağlı olarak kendi olmanın anlamlılığını ve değerini taşır.

Cebrail’in “Sen benim rabbimsin ben de senin kulunum” cevabını yeniden yorumlar isek: Seninle varım seninle de var olmanın uyumu içerisinde var olmam gerekiyor denilmiş olmakta. Bu söz ayrıca neyi ifade eder? Öte bir tanrı anlayışından uzak, kendisiyle var olunan bir tanrı tasavvuru ile varoluşu anlamayı, anlamlı kılmayı sağlar. Üzerinde bulunan Rabbi ile kendi olmayı bulan yine O’nun ile kendi olmanın sürekli kılınmış olmasında varlık sahnesinde yerini alır. Ona ait sıfatlarla varım, sana ait olan sıfatları senin mülk dairende malik oluşun yani senin irade etmen gerçekleşme erki göstermen sonucunda kendime ait olarak buluyorum ve sana dönüş itibariyle senin için varım, her sıfatım senin için gerçekleşiyor, görünüş buluyor.

Bu durumda Tanrı, yaratmış olduğunun ilahı olmakta ve kulunun ereğinde yaşaması gereken mabudu olmakta. Cebrail kendini mabut bulmakta değil, Rabbini mabudu olarak bulmakta. Kendisinden öte tapındığı anlamında mabudu değil, ereğinde olması gerektiği gibi yaşanması gerekli olan mabudu olarak Tanrı’yı ereğinde bulmakta. Bu

anlamda kulluk, kendi dışında olanın iradesine bağlı yaşamak değil, kendi üzerinde galip sıfatları ile bulunanı ereğinde gerçekleştirdiklerinde görünüşe taşırken kendi olabilmenin gerçeğini taşır.

Cebrail’in yaratım anlatısı bize daha ne anlatır? Nedenselliği anlatır, bir üst gerçekçilikle var olduğumuzun ifadesini taşır, erek biçimsel var olduğumuzun gerçeğini gösterir. Bununla da kalmaz, Allah’a ait olanlarla O’nun bize dair kıldıklarıyla gerçekleşme erki bulduğumuzu ve bu şekilde varlık sahnesine özerk, özgül, özgün ve var olmaya dair özgürleşebilme olanağında çıktığımız gerçeğini gösterir.

Varlık sahnesine kendiniz olarak çıkıyorsunuz. Her varlık, varlık sahnesine kendi olarak çıkar ve kendi olarak çıkarken kendi olmayı değer olarak bulur. Var olma çabası içinde kendi olmayı değer olarak bulan her canlı kendi ile anlamlıdır. Var olmak ile anlamlıdır. Ben olmaya dair ne kadar nasipli ise ben olmakta ile kendi anlamını kendinde taşıyandır. Ben oldukça da kendi varlığını değer ve dolayısıyla da ahlak biçimsel olarak görünüşe taşımaktadır.

Böyle olmak ile beraber kendi olmayı değer olarak bulduğu bir duyguyu da kendinde bulur. Korku en temelde kendini koruma muhafaza etme duygusudur. Kaygı/ korku hangi derecelerde gerçekleşiyorsa kendi olmanın değer olduğunun çabasında kılar. Severken sadece sevgi nesnenizi sevmiş olmakta değil, değerli ve anlamlı bir varoluş paylaşımındasınızdır. Duygular değer dönüştürücü iken varoluş değer biçimsel olarak anlam kazanır. Ahlak biçimsel olarak da yaşanır.

Bu kadar nicel belirimli bir varlık nasıl ben oldu? Tende değil, tene aşkın öznellikte kendi ile yekvücut olduğu durumda ben oldu. Ben derken bedeni nitelemekte değil, kendini kendine ben olmanın anlam belirlenimi ile yüklem alırken ben olmakta şahıs, kişi olmayı nitelemiş olarak varsın. Ben olarak nitelediğiniz, yüklem almaya açık kendini yüklem belirleniminde görünüşe taşıyan öznedir. Aynaya bakarken

bedene dair kendi olmayı görseniz de kendi olmayı bedene aşkın gerçekleştirmektesiniz. İlişkilerinizde benim dediğiniz yerde beden olarak mı kendinizi niteliyorsun yoksa dilde ilişkinin öznesi olarak kendinizi mi görünüşe taşıyorsunuz. Elbette nesnellik zemininden hareket ile yükselen öznellikte kendi olmayı kendiliğe yüklem almış aynalaşma oluşunda görünüşe getirmektesiniz. Özde kendi olan kendi olmayı aynalaşmaya dair yüklem alma oluşu içinde ben olarak görünüşe taşımakta.

Kişi olarak kendimizi bir hüviyet -kimlik- belirleniminde görünüşe taşıyoruz. Ben en salt kimlik belirlenimidir. Özde yüklem almaya açık yani yaratıma açık en temel karakter biçimsel olup da tanıtlama fiilinde mutlak kimlik belirlenimi olarak gerçekleşir. En yüce isimdir… en aşkın ve en içkin var olma durumudur… ki nicelliğe aşkın ahad olmakta kendi olmanın bütünlüğünü ifade eder. Öz en temelde nicelliği içermekte olsa da yine en temelde kendi olmaya dair tümelliği de içermektedir.

Kendi olma durumu bendir. Kendi olma durumunu ifade ettiğinde, anlamlı kıldığın kendin, anlamlı olmakta varlık sahnesine çıkmakta. Ben olmak dahi tanrısal olup bize dair kılınmış iken Tanrı’ya ait bir tanrısalı hak etmeden ifadede bulunmak abestir. Ben olmayı güzel ahlak ve biz olabilmekte hak ettiğimizde ben olarak varlık sahnesine çıkmak hakkı gereği gerçekleşmiş olur.

Ben olmanın anlamlılığında var iken kendi varlığını değer olarak buluyorsun. Anlamlılıkta varsın, ilişkilerinde ben olarak varlık sahnesine değer kılmış çıkıyorsun. Ben demek, anlam ve değer bütünlüğünde kendi olmak demektir… ki ben olanın varoluşu kaçınılmaz olarak da değer biçimseldir. Ben olmak kendimizi sonradan kıldığımız bir karakter/ kimlik değil, en temel kendi olma, var olma durumumuzdur.

‘’Dil ile yaratıma açık olmak’’ kitabımızın arka sayfasında ne diyor? “Dil ile yaratıma açık olmakta anlam değer yüklemleri alırken bilfiil anlama

çabası içinde bilkuvve kişi olma sürecinde vücut bulunur. Varoluş sadece dilin değil, sezginin, iradenin, duygunun, duyumun yaratım aldığı etkin role göre değişen yüklem almalara bağlı olarak gerçekleşir.” Çeşitlilikte varsınız. İrade, duygular… sevgi korku, karakter ve kimlik biçimsel anlamda kendimizi kıldıklarımız ile varız. İradenin, duygunun, duyumun, düşünebilmenin vb. çeşitliliğinde var olmaktayız. Tat almadan tutunda görmeye kadar çeşitliliğe haiz bir yaratım oluşu içinde var olmaktayız. Algıya dair duyumun tamamı nicel belirlenimlidir ama öznellikte nitel belirlenimli olarak değerlendirilir. Soğuk, sert vb. nicel belirlenimli gerçekleşir iken öznellikte nitel belirlenimli olarak değerlendirilir. Ussal anlamda ifade edilirken dahi nitelenmiş olarak nitelendiği doğrultuda değerlendirilir.

Şunu ifade etmekte değilim: nicel belirlenimler birikim gösterdikleri yönde nitel bir değişime maruz kalırlar. Ben bunu kastetmiyorum.

En temelde nurda nurun nicel belirlenimli hareket bağıntısında yekvücud tümel belirlenimli öznelliğe haiz olması, özsel anlamda kendi varlığının hem nesnesi hem de öznesi olan nitelikte gerçekleşiyor olması ayrıca niceliğe dair hareket bağıntısında gerçekleşenlerin özsel olarak tanrısal olan öznel belirlenimler yani anlam-değer, duygu-irade vb. nitelik belirlenimli yüklemlerin eş anlı gerçekleşiyor olması, nicel birikimli niteliğe dönüşmekte gerçekleşmekte değildir. Nicel belirlenimli hareket bağıntısında öznel karşılıkları ile gerçekleşen tanrısal belirlenimleri olan bir varoluş özde gerçekleşmektedir.

Doğa ile ilişkilerimizde bu konuyu irdelersek: Nicel belirlenimler, öznellikte nitel bir belirlenim olarak gerçekleşme olanağı bulur, görünüşe gelir. Mesela: masanın sertliği, soğukluğu var. Dilde nitelediğinde anlam olarak artık bir niteliktir. İşte, bakınız Kant’ın bilmeye dair demek istediğini tekrar etmiş oluyorsunuz sesini duyar gibiyim. Öyle değil!

Neden bağıntıları içerisinde gerçekleşen, özsel gerçekliği olan anlam içeriğine bağlı olarak bende de yaratılırken, dilde duyumda hiç fark etmez, onun kendine ait mahiyetinin benden gerçekleşmesi ve açık olması ile ilgili bir durumla karşı karşıyayızdır. Hem bilmek sentetik değil analitik gerçekleşir. Her nesnenin kendine ait neden bağıntıları vardır. Bilmek, neden bağıntılarında neden bağıntı mantığında analitik bilmekten öte de gerçekleşmez. Nicel belirlenimli hareket bağıntısında ölçü üzeri gerçekleşeni, bana dair kılınmış neden bağıntılarımda karşılandığı ölçüde, analitik anlamda kendi olma belirlenimlerinde bilebilirim. Onu hissetmem her ne kadar öznel gerçekleşse de nicel bağıntılılıkta nesnellik zemininden hareket ile gerçekleşmekte.

Nicel birikimlerin, yani bilkuvve vücud bulma durumlarının da niteliksel karşılıkları tümel belirlenimli varoluşta elbet oluş. Ancak, nicelliğin hareket ve neden bağıntısında niteliğe haiz gerçekleşme, bilfiil iken bilkuvve vücud bulmalarda her daim gerçekleşir. Nicele dair gerçekleşen de neden bağıntılarında ve ne için olduğuna bağlı olarak gerçekleşir iken ölçü üzeri analitik gerçekleşmekte… ve öznellikte tümel belirlenimli her nitelemede kendi mahiyetine dair gerçekliği açık edilmeye çalışılmaktadır.

Neden bağıntıları doğrusunda varoluş anlamlılığa haizdir. Anlamlılık sadece bende var ediliyor değil, var olan neden bağıntılılıkta var iken neden bağıntılılığında gerçekleşenin kendi olmaya dair anlamlılığı kendine haiz gerçekleşmekte ve ben ile olan ilişkisinde, karşılıklı varoluşta birbirini karşılayan gerçeklik belirlenimlerinde aşikâr edilmektedir. Yaratım gereği anlamlılık zaten var olanın kendi olma mahiyeti gereği olarak bulduğudur. Bu durumda kendinde anlamlı olan varlığı analitik bilebilir, ilişki ve olay örüntüsünde anlayabiliriz. Dilde niteliyor olarak da kendi olmaya dair gerçekliklerini/ anlamını öznelliğe

-taşıyor- dair kılmış olarak görünüşe getiriyorumdur. Yorumbiçimsel olarak da yeni bir anlamlı oluşa tabi kılmakta isem kendisinde olan anlama açık olma durumunda onun kendi olmaya dair anlamlılığını açık etmekten öte durmakta değilimdir. Onun kendi olmaya dair anlamlılığı

zemininden hareket ile yeni bir anlam yüklemekteyken dahi gerçeği dolaylı olarak ifade etmiş olmaktan öte durmakta değilimdir. Sonuçta ise gerçek kavram ve talime açık analitik bilinebilir olduğu gibi yoruma da açık anlaşılabilir olandır… ki anlaşılabilir olanın neden bağıntılarında kavramsallaştırılması ile kavranıyor, biliniyor olması da sonuçta olması gerekendir.

Özsel anlamda birlikteliğin olduğu bir oluş içinde katmanlı varoluşta, karşılıklı var olmanın da olanağında birbirini karşılayan gerçekliklerden bahsediyorum. Gerçeğin, anlam olarak dilde karşılanması ile aşikâr edildiği, anlaşıldığı, bilindiği bir oluş içinde birbirini karşılayan gerçeklikler arasındaki anlam akışında, anlamın yüklem alınması ile var olunduğunu ifade etmekteyim. Nicel belirlenimli yaratılmış olanın var olma gerçeğini var olma anlamı olarak bulduğu gerçeklikte anlamsız olunmadığını anlatmaya çalışmaktayım. Nicel belirlenimli yaratılmış olanın anlama haiz oluşunun öznelde duyusal, dilsel karşılıkları ile yeniden yaratılıyor olarak karşılanması ile anlama haiz mahiyetinin açık edildiği, görünür kılındığını belirtmeye çalışmaktayım.

Bilmek, varlıksal veya varoluşsal karşılıkları olanın analitik düzeyde bilinmesi düzeyinde gerçekleşir iken anlam açımlama faaliyeti olarak gerçekleşir. Yorumbiçimsel gerçekleşen yaratım oluşunda dahi yorumlarken yorumlananın sadece anlamlı kılındığı değil yorumlanırken anlamlılığını da açımladığımız anlama oluşunda bulunuruz. Anlam, birbirini karşılayan gerçeklikler arasında olay-ilişki örüntüsünde, çeşitlilik içinde akış belirlenimli olarak gerçekleşirken açık olandır. Gerçekleşenin gerçekliğine dair haiz olduğu içkinlik belirlenimidir.

Aristoteles’in de dediği gibi her şey bütünde anlamlıdır. Bütündeki yerindeliğine, gerekliliğine göre her şey anlamlıdır… ki bütündeki yerindeliğine göre her şey ereğinde gerçekleşir iken hem kendi hem de bütünü anlamlı kılar. Olay örüntüsünde de anlamlı olduğu ereğine göre gerçeğini görünüşe taşır. Nesne, ereğine bağlı varoluşta zaten

anlamlılık içerir, yerinde ve gereklidir. Gerçekleşmesinin anlamı ne ise kendi gerçeği olarak bulduğu hikmetidir. Neden ile belirli kılınmış sonucun hikmeti değil, erek ile belirli kılınmış nedenin hikmeti sonuçta açık olur iken ereğine bağlı nedensellikte her neden anlam bulmuş olarak gerçekleşir.

Bir ayette Hazreti Allah kulları için şöyle söyledi ‘’Yeryüzüne halife yaratacağım.’’ Erek bağıntısını kurmuş ve halife yaratacağım diyor. Kendime ait olan sıfatları ona dair kılarken tarih varlığı olarak onda gerçekleştireceğim, kendimi görünüşe taşıyacağım da demiş oluyor. Kahhar, Kadir, Rahman, Rahim, Celal, Cemal vb. olan yaratıcı fail olarak kendini halifesinde görünüşe taşıyor. Ereğine bağlı oluş içinde yarattığının taşıdığı gerçeklik, anlamlılığı olarak bulduğu oluyor.

Nicel belirlenimleri ile sadece doğaya dair okunanın öznellikten yoksun anlamsızlığına tanık olunur. Anlamsızlık dahi karşılıklı varoluşun anlam akışı içinde bir anlam taşır. “Dışarıda anlam yok sen anlamlı kılıyorsun” diyenlere inat… dışarıda gerçekleşenin kendinde taşıdığı gerçeklik zaten anlamlılığıdır. Mahiyeti gereği kendinde var olmaya dair anlamlı olanın anlamına açık olup olmadığımıza, onu bilmeye dair dilde karşılıklarını oluşturup oluşturmadığımıza dikkat etmek gerekir.

Dışarıda bir yaratım dairesi var ve sizden bağımsız gerçekleşmekte. Siz de o yaratım dairesinde kendinizden bağımsız gerçekleşmektesiniz. Yani var olmak elinizde olmadan sizden bağımsız gerçekleşen bir durumdur. Sende yaratılan ya da sende yaratılıyor olan senden bağımsız gerçekleşmekte olanların anlamının sende karşılanıyor olmasından öte değil. Sen yaratırken veya isimlendiren olarak zannediyor musun ki sadece sen anlamlı kılmaktasın ve anlam senin ile gerçekleşmekte? Bu, boş bir zandan öte değil. Kendinde anlamlı olanın sende anlamının yeniden yaratılıyor olarak karşılanması sonucunda sen bakmaktan öte görmeyi edinmektesin. Ussal olarak bilmekten de öte, olay ve ilişki örüntüsünde varlığın, gerçekleşenin açık olan anlamına açık yaratım oluşu içinde anlayabilen bir varlıksın.

Yaratım; katmanlı var etmenin oluşunda ayrı değil aynı da değil metafizik belirleniminde, ölçü-niteleme-gerçekleştirme, indirgeme- izafiyet, içerik-biçim, anlam-değer, temsil-tasvir vb. metafizik belirlenimlerde gerçekleşir iken anlamsızlıktan beridir. Dilin yaratıma dair oluş belirleniminde de yaratılmış olanı bilmek ve anlamına dair keşfetmek olanaklıdır.

Ereğe bağlı belirlenmiş neden olmakta ereği temsil eden ve temsil edecek biçimde tasvir edilmiş olanın anlamlılığı kendi olmaya dair gerçekliği olarak bulduğudur. Varlığın kendi olmaya dair gerçeği, içerdiği ve biçimlendiği anlamlılıkta gerçekleşmesidir. İnsan denilen, halifetullah olarak nitelenir iken halifetullah olma anlamını kendi gerçeği olarak bulmak da değil mi? Görmenin, duymanın, merhametin, sevginin, cömertliğin vb. tanrısalların gerçekleştiği kıvam üzeri kendi olmayı bulmakta değil mi? Öyle ise nedenini özünden kaynaklı olarak bulan her can özünden hareket ile kendi olmayı anlamlı kılmalı ve aslından kopuk kendine gafil yaşamamalıdır.

Anlamsızdır derken dahi anlam yüklediğimiz veya anlamlı bulduğumuz bir oluş içinde nasıl anlamsız kalabilir? Anlamsız var olunmadığına göre gerçekte yüklem alınmış olunan anlama yani varlığın kendi gerçeğine göre anlamaya açık anlam edinmek gerekir. Nihilistler dahi anlamlılığına dair hiçlenen varlığa/ varoluşa göre kendi hayatını belirliyor ve bu biçimde varoluşu anlamlı kılmaktan öte durmakta değiller. Anlamsızlığın olanaklı olmadığı bir varoluşta anlamaya açık ve gerçekte olana göre anlam edinmiş olmak önemlidir.

Özgürlük konusuna bir daha döner isek: yaratılmış olmaya dair hakikatin otoritesi ile var iken hakikate kıyasen özgürlüğün bir yanılsama olduğu gerçeğinden kaçamayız. Ancak, nasıl bir varlık sahnesinde iseniz ilişkilerinize bağlı olarak varlık sahnesine göre ne kadar özgürsünüz ve ne kadar özgürleşebilirsiniz oluşu içinde bulunduğunuz söz konusu olur. Doğa zemininde doğa ile de var –

yaratılıyor- iken doğaya dair de mutlak bir özgürlükten bahsedemeyiz. Ancak, tanrısal olan meleke belirlenimleri ile doğayı doğa ile aşma, doğaya rağmen doğaya aşkın tin/ öznellik ve dünya -anlam- sahibi olma özgürlüğünü özsel anlamda kendimizde buluruz.

Bu durumdan farklı olarak belirtmek gerekir ise doğada doğaya rağmen ve aşkın olarak anlam özgürlüğünde kendi olmayı bulurken söz konusu Tanrı olduğunda Tanrı’nın Faili Mutlak yaratım oluşu içinde Tanrı’ya rağmen ve Tanrı’ya aşkın anlam/ tin sahibi olarak kendi olmak söz konusu olmaz. Tanrı ile var olmakla kalmayıp tanrısalları ile başkası olmakta kendi olmayı bulurken ayrı değil ama aynı da değil olarak başkası kılınmış olmakta kendi olmayı Tanrı’ya rağmen gerçekleşen karşıt belirlenimde bulmuş olmayız. Doğaya rağmen doğaya karşı özgürleşen insan, Tanrı’ya rağmen Tanrı’ya karşı özgürleşen değil, tanrısalları yaşarken ve tanrısallarda tekâmül ederken Tanrı ile özgürleşen olarak kendi olmayı bulur. Tanrı ile kendi olmayı buldukça idealinde kendi olmaktan yana mutmain olmuş olarak kendi olmanın tadına varır.

Doğaya yönelik özgürlükte ise bilim ve teknik düzeyde gelişim gösterdikçe doğaya rağmen doğaya karşı özgürleşmeyi buluruz. İnsanın tarihsel anlamda miras varlığı olarak bulduğu kültür ve medeniyet oluşu içinde de hak-batıl diyalektik belirleniminde insana rağmen insanın hak olan ile özgürleşmesi söz konusu olur. Hak olan sonuç verici, kendisinden sonuç alınabilir olan, herkes için olabilen olması ile özgürleştirici iken hem bilgibilimsel hem de ahlak biçimsel anlamda ilke gereği hak olan ne ise onun ile özgürleşmek olanaklıdır. Gerçeğin özgürleştirici yönü, üst bir belirlenim olarak evrensel olması sebebi ile kendi olmaya dair herkesi özgürleştirici olması sebebi ile önemlidir. Gerçek sadece bir kişinin değil, herkesin gerçeği iken herkesin özgürlüğü kendi olmaya dair bulacağı üst ilke belirlenimi olarak deneyimlediği, deneyimlemesi gerekendir. Gerçek hep evrensel belirlenimleri ile üst bir ilke belirleniminde anlamlılığın da kaynağıdır. Söz konusu gerçeğe dair anlam edinimi ile ilim-talim-terbiye

belirlenimlerinde deneyime açık yaratım oluşunda tekâmül bulmak ve sonuçta tekâmüle açık olunduğu kadar özgürleşmek ise her özgürleşme hareketi anlamlılığı içerir… özgürlük, idealinde gerçekleşmesi istenen anlamın gerçekleşmesinde gerçekleşen olur.

Doğaya rağmen, doğaya karşı özgürlük insanın bilim ve teknik anlamda buldukları ile gerçekleşeceği gibi tanrısalların gelişiminden yana Allah’ın nurundan beslenirken tekâmül bulmak ile de gerçekleşecek olandır. Nimete eren nebiler ve veliler tarihi de bunun kanıtları ile doludur.

Zaten söz konusu tasavvuf ise olay-ilişki örüntüsünde gerçek anlam belirlenimli gerçekleşir iken nebiler, gerçeğin görünüş biçimlerinin emsal taşıyan yaşantısına/ deneyimine haiz olarak, gerçeğe açık olan insanlığın betimlendiği hikâyenin arketipleridir. Bunun için dahi olsa böylesi geçmiş, miras olarak yaşanması gerekendir… ki “Yoksa siz geçmişlerin başından geçenlerin başınızdan geçmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz” ayetinde her ne kadar ereksel olana ermenin hak edilmesi gerektiği yöntemselliğine dikkat çekilmiş olsa da geçmişin tecrübelerinin tecrübe edildiği süreç belirlenimli oluş içinde gerçeğin açık edildiği ve tanık olunduğu yöntemsellik ifade edilmiş olur.

Bunun ile de kalınmaz; geçmişin tecrübelerini tecrübe ederken onlar nasıl gerçeği bulmuş, tanık olmuş ve gerçeğe yükselmişler ise onlar gibi gerçeği bulup, tanık olup ve yükselmiş olarak varoluşu ereğine bağlı hak etmiş olmanın/ olabilmenin olanağına da dikkat çekilmiş olunur. Bunun ile de kalınmaz, gerçeğin zamansız olduğu gerçeğine de tanık olmanın olanağı belirtilir. Bunun ile beraber geçmişe -mirasa- bağlı zamanın çocuğu (ibni vakt) olanın, emeğe bağlı yaratıcı etkinlikte yeniden ve yeni olan ile kendi zamanına doğarken zamanın babası (eba vakt) olabilmesinin de önü açılmış olur. Cennet gelecek belirlenimli olarak gerçeğin deneyim alanı iken gerçeğe yükselmiş olup da deneyime açık bulmuş olanlar, cenneti burada hak etmiş olarak gerçeği görünür kılmanın deneyiminde bulunurlar… ki gerçeğe dair her yeni

hikâye, olay-ilişki örüntüsünde yeniden ve yeni olarak gerçeği deneyimliyor olmanın biricikliğini taşır iken emek ile güne doğuyor olmak kaçınılmaz olur.

Geçmişin deneyimleri ve birikimi hem zamansız olan gerçek ile günde doğmanın hem de emek varlığı olarak gerçeği yeni deneyimlerde yeniden aşikâr ederken güne doğuyor olmanın olanağını verir… ki güne doğan artık geçmişin çocuğu değil, geleceği belirli kılan deneyime haiz geleceğin babasıdır. Tinsel zamansallık galip olan anlama göre biçimlenir iken vaktin babası olmak demek; gerçeğe dair yeniden beliren anlama göre zamanın, anlam özsel iken özden kaynaklı olarak yeniden biçimleniyor olması anlamını taşır. Hak olanın, süreklilikte bengisel gerçekleşiyor olması ile yeni anlam akışında yeniden zamanın biçimleniyor olmasında eba vakt olunur. Zamanda galip anlam (zihniyet olarak biçim kazanmış olan düşünce) gerçeğin idrakine örtüyor ve gerçekten yana sonuçsuz bırakan içerikte batıl ise gerçeğin yeniden görünüş bulduğu gerçekleşme biçimi karşısında zayi olmaya yüz tutar. Yani batıl ve gerçekleşme alanları, eba vakt olacak insanın, hak olanın ifade ediliyor, gerçekleştiriliyor olmasının dolayımlı gerçekleşme belirlenimleri olmakta, ilinek düzeyinde vücud bulur.

Gerçek batıl üzerinden kendini görünüşe taşır. Görünüşe taşımak ile kalmaz, kendisi ile tekâmül edilmiş olan gerçekleşme olanağı içinde – hak olan- özgürleştirici eyler olmaya haizdir. Gerçek hep eril iken batıl olanın zamanda geçici olarak belirleyici olması, ilinek düzeyinde gerçekleşiyordur. Batıl üzerinden açık olacak olan gerçek ile zamanda belirleyici olmak, diyalektik oluşta eba vakt olmayı olanaklı kılar. Böylesi zamansal süreç belirlenimli tekâmül, geçmişin izleğinde mirasta doğmak ve gelecek belirlenimli olarak belirleyici anlam gerçekleşmesinde güne doğabilmenin olanağında gerçeğin zamansızlığını deneyimliyor olmanın, gerçekte kendi olmayı buluyor iken gerçeği yeniden ve yeni bir biçimde görünüşe taşıyor olmanın tekâmül olanağında tarihsel ve bengisel içeriği olan bir tekâmül etme belirlenimidir.

Tekâmül: mevcudun ne için olduğuna bağlı olarak ereğinde kendi olmaya yükselmesi, özsel potansiyellerine bağlı olarak kendini karakter/ kimlik belirlenimlerinde yaratıma açık bulurken özü ile uyumlu kıldıklarında/ olduklarında alan belirlenimli gerçekleştirmesi, kendi olmayı tanrısallarda gerçekleştirirken istidat artışında ve kendini kıldıklarında gelişim göstermesi ve tanrısalları kendini oldu kıldıkları izleğinde hakkı gereği terbiye bulmuş olmakta ahlaki anlamda hak ederek yaşamak ile de ilgilidir. İşte, nimete ermek denilirken tanrısallardan yana sonuç almış olarak kendi olmayı Tanrı’da gerçekleşiyor bulmak/ olmak kastedilir. Rabbi ile yani üzerinde galip sıfatlarıyla bulunan Tanrı ile kendi olmayı bulmuş olup da onun tanrısal belirlenimlerinden paye almak ile kalmayıp istidat artışı göstermek ve ahlaki anlamda hakkı gereği ile tanrısalları yaşıyor olmakta iken kendi olmayı gerçekleştirmek tekâmülün gereğidir. Dolayısıyla, özgürleşme tanrısallarda tekâmül etmiş olarak hem istidat artışı hem de ahlak biçimsel anlamda gelişim gösteriyor olmakta kendiliğin kılındıkları/ olduklarında gerçekleşendir.

Ahlak biçimsel anlamda tanrısalları hakkı gereği tekâmülün terbiye belirleniminde yaşıyor olmak, yaşananların sonuçları olan bir evrende yaşananlardan yana mesul kılınmamak, cezaya tabii olmamak vb. için de olmakta iken özgürleşmenin de bir parçası olması adına önemlidir. Sınırsız bilmeye açık oluş içinde ahlaki anlamda sınırlar ve çizgiler edinmiş olmak; ilke belirlenimli gerçekleşmede kendi olmayı tanrısallarda gerçekleştiriyor, kendi olmayı kıldıklarında/ olduklarında koruyor ve karşılıklı varoluşta yüklem almaya açık yaratım oluşuna hep açık olmayı da koruyor olmakta gerçekleşir iken tekâmülün, dolayısıyla da kendiliği hakkı gereği gerçekleştirmek anlamında özgürleşmenin gerekenlerindendir.

Söz konusu olan teo-ontolojik açıdan özgürleşmek ise: doğaya dair özgürleşme, tarihe dair özgürleşme, kültüre dair özgürleşme, nefse dair özgürleşme gibi kategorik olarak özgürleşmeyi sınıflandıran Ali

Şeriati’yi de anmak gerekir. O diyor ki; Doğaya, tarihe, kültüre ve nefse dair tutsaklıklarımız var. Ona göre doğaya dair tutsaklıktan bilim ve teknik ile kurtulmak söz konusu olmakta. Tarihe ve kültüre dair tutsaklık da gerçek ile aşılabilir. Nefsi emmareye dair tutsaklıktan da iman ve Allah’a olan muhabbet ile kurtulmak olanaklıdır. Bu özgürleşme serüveninde Hz. İbrahim gibi düşünen ve iman ehli yiğit olmak da olması gerekendir. Doğaya karşı özgürlük bilimle; batıla karşı özgürlük de hak arayışı olarak gerçekleşen isyan ile gerçekleşmekte.

Özgürleşmenin kategorik değerlendirildiği bu görüşte elbette doğaya karşı özgürlük bilim ve teknik ile gerçekleşmekte. Tarihe dair saplantılardan özgürleşmek ise metafizik gerçekleşen anlam akışı içinde olay örüntüsünde tarihi ilkelerin gerçekleştiği alan olarak okur iken metafizik gerçeklikte kendimizi bulmak ile olanaklıdır. Türk, Kürt, Arap, Alman olduğumuzun varsayımı tarihsel bir anlamlı kılma durumu olup hepimizin insan olduğu metafizik gerçekliğine bizleri kör kılmamalı. Tarihsel miras olarak kültür ve medeniyette beliren hak ve batıl diyalektik belirleniminde de hak olan ile hak arayışında olarak ve hak olanı gerçekleştirerek batıla mahkûm olmaktan kurtulabiliriz. Hz. İbrahim ve diğer nebiler bu anlamda ne güzel bir örnektir. Nefsi emmarenin hakikate dair körlüğünden, zulme dair mahkumiyetinden de Ali Şeriati’nin dediği gibi iman ve Allah’a olan muhabbet ile Allah’a tutunurken kurtulabiliriz.

Sonuçta ise her özgürlük belirlenimi yaratıma açık oluş içinde gerçeğe dair anlam ediniminde gerçekleşmekte. Gerçeğe dair anlam buldukça özgürleşmeye dair yol bulunmakta. Özgürleşmek ile gerçek, gerçek ile anlamlılık, özgürleşmek ile anlam bulmak birbirini tamamlayan oluş bağıntısında gerçekleşen olgusallığa haizdir. Ali Şeriati’nin özgürlüğe dair kategorisine ek olarak belirtmek gerekir ki yaşamın sürekli kılınıyor oluşu içinde yaşananların sonuçları olan bir evrende sonuçlara göre yaşamak da gelecekten yana cezadan veya olumsuz sonuçlardan muaf olmaya dair özgürleşmenin olmazsa olmazıdır. Buna ek olarak da belirtmek gerekir ki katmanlı yaratılıyor olmakta Tanrı ile olan karşılıklı

varoluşta O’nun nur olan varlığından, hakikatinden sonuç almanın olanağında, O’ndan beslenmiş olarak tekâmül etmek de özgürleşmeyi Tanrı’da bulmak ile ilgili bir durumdur. Tanrı ile var iken varlık sahnesinde özgürleşmek Tanrı’dan sonuçlar aldıkça tekâmül etmekte gerçekleşmekte. Böylesi bir gerçeğe de kör kalmamak gerekir. Zaten bilim ile teknik anlamda, tanrısal olan sıfatlarda gelişim bulur iken tanrısal olanaklarımızı araçlar ile yükseltmiş olarak kullanmakta değil miyiz?

Bunlara ek bir açıklama -şık- olarak da belirtir isek: yukarıda belirtilen tekâmül ve ahlak bağıntısında, kendi olmanın hangi çizgide olması/ gerçekleşmesi gerektiği de özgürleşmek adına önemlidir. Gerçek öznelde anlamına bağlı değer biçimsel gerçekleştiğinde gerçeğe bağlı ahlak biçimsel varoluş kaçınılmazdır. Gerçek ile bakılan olan biten içinde gerçeğe bağlı olarak gerçekleşen ilişkiler ahlak biçimsel gerçekleşir. Bu anlamda gerçekten kopuk, sonuçsuz, parçalayıcı vb. durumlara sebep veren -kötü- ahlak sahibi olmaktan ise gerçeğin tanrısallar düzeyinde görünüş bulduğu, kendi olmaktan mutmain kılan, bütünlüğü koruyan vb. durumlara sebep veren -güzel- ahlakta kendiliği gerçekleştiriyor olmak elbette yeğdir.

Özgürlük sonuçta selamet bulmak ile de ilgili bir olgu iken Tanrı’dan sonuçlar aldıkça ve tanrısalları ahlak biçimsel anlamda hakkı gereği güzel ahlakta gerçekleştirdikçe, Tanrı ile özgürleşenin selameti gerçektir. Güzel ahlak, sadece kendi için değil, kendi için iken diğeri için de olmayı önemsemek ve fedakârlık gösterilen paylaşımlarda diğeri için de olmak ahlakıdır. Vicdan sahibi olarak hakkaniyet ilkesini gözetmek ve sonuçta da ötekine duyarlı olarak olması gerekenleri rahmet belirlenimli -hakkı gereği ile- gerçekleştirmek anlamını taşır.

Dünyadaki bütün olumsuzluklara rağmen şimdi özgürlüğe dair konuşmakta isek Tanrı’dan ve tanrısal belirlenimlerinden sonuç almak ve tanrısalları ereğine bağlı hakkı gereği gerçekleştirdiğimiz güzel ahlaka dair yaşadıklarımız sonucunda Tanrı ile selameti ve özgürlüğü

bulmuş olmamızdandır. Özgür olanlar kendi olmayı Tanrı ile bulmuş olsalar da karşılıklı varoluşta muhatap alınmış olan canlar olarak Tanrı ile yaratıma açık oluş içinde kendi olmanın sürekliliğinde yaşarlar.

En temelde hakikate kıyasen kimsenin özgür olduğu yok. Özgürlük Tanrı ve yaratımdan bakıldığında İslami açıdan bahis konusu olmaz. Hakikat ve özgürlük diye iki kavram üzerinden değerlendirirsek: hakikat otoritedir ve ona ait sıfatlarla varken ne kadar özgürsün? Onun var ettiği bir dünyanın içindeyken Malik-el Mülk O iken sen ne kadar özgürsün? Böyle olsa da varlık sahnesine kendimiz olarak çıkarken aciz, eksik olan yönlerimiz ile tamamlanırken yaratıma açık olmayı özgürleşme olanağında bulmaktayız. Tanrı’da sonuç almanın yaratım olanağında da özgürleşmeyi olanak artışında kendimizi gerçekleştirme belirleniminde görünüşe taşımaktayız. Bu anlamda ise İslam’da özgürlük, Tanrı’dan sonuç almak ve O’nun ile selam bulmak anlamını taşır… ki İslam da muhatap alınmanın en temel belirlenimi sonuçta Tanrı ile özgürleşmiş bir can olmaktır. Yani hakikate dair özgürleşmek hakikate rağmen değil yine hakikat ile olanaklıdır. Hakikatin otoritesinde yine hakikatten sonuç aldıkça özgürleşme olanağı vardır.

Hakikat bağıntısında özgürleşmeye dair bir hikâye anlatayım. Anlatacağıma ister iman edin ister etmeyin ama anlamaya çalışın. Anlatmak istediğimin anlayışını olay ve ilişki örüntüsünde açık etmek, sezdirmek için anlatmaktayım.

Olmuş bitmiş bir yaratım oluşu içinde bir üst katmanın gelecek belirlenimli belirleyici olması gerçeğinde var olmaktayız. Hep geleceğe doğru adım atmış olarak varlık sahnesinde şimdi ve burada olmakta var oluyoruz. Geleceğe doğru, geliyor olmakta olana doğru yürüyoruz.

Gülseren Anne dediğimiz bir veli annemiz var. Allah’ın selamı üzerine olsun. Gülseren Annenin bir hikâyesi var… Bir gün evini süpürürken Hz. Pir Efendim Şah Muhammed Osman Sıraceddin Sani’yi evinin koltuğunda otururken görüyor. (Allah’ın selamı üzerine olsun himmeti

üzerimizden eksik olmasın) Efendi pirim kendisine diyor ki “Kızım senin benden alacağın emanetin var, gel al” diyor. Bu duruma alışık olan Gülseren Anne şaşırmıyor ve korkmuyor. Çünkü gelen mümin ve emin kılıyor. Zaten Hz. Pir dergâhta ve görünen ruhaniyeti. Gülseren Anne kendisinin yanına nasıl geleceğini sorduğunda, kendisine “Saniye’yi göndereceğim” diyor. Hz. Pir Allah’tan sonuç almış tasarruf ehli veli zat. Özü ile hangi nur mertebesinden beslenmekte ise o mertebenin insanı olarak tasarruf alanı olan ve tasarruf edebilen bir veli. Yani Allah ile kendi olmayı bulmuş ve nüfus alanı kazanmış bir zat.

Aradan zaman geçmekte Saniye gelmiyor. Saniyeyi aramaya başlıyorlar ama nafile. Bir vakit sonra Gülseren Annenin yanına gelen bir bayanın iş yerine gündelikçi bir bayan, çaycının hastalanması üzerine tavsiye ile geliyor. İşte Saniye geldi ve bulundu. Gülseren Anneler Saniye ile konuştuğunda, Saniyenin olan bitenden haberdar olmadığını görüyorlar. Saniye kızının hastalığına Hz. Pirde derman aramış ve şifa bulmuş. Dergâhın yerini de böylesi bilmekte. Böylece dergâhın yeri öğrenilmiş ve emanet alınmaya gidilmiş.

Hikâyede olan bitene dikkat edildiğinde Hz. Pir üst bir gerçekliğin nüfusuna sahip bir kişi olarak önceden Saniyenin geleceğini belirli kılmakta. Saniye ise bundan habersiz, kendi olma belirlenimleri ve olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşen kendi hikâyesinin öznesi olarak varlık sahnesine katılmakta. Hakikate göre belirli kılınıyor olmakta yaratılıyor olarak gerçekleşen varoluşta da herkes kendi olay-ilişki örüntüsünde varlık sahnesine kendi olarak çıkar iken hakikatin otoritesi karşısında var olmaya dair bir hükmü görünmüyor gibi olsa da karşılıklı var olmanın bağıntısında kendi olmanın gerçekliğinde anlamlı olarak var oluyor.

Gelecektir sizi belirli kılan, erektir sizi belirli kılan. Üst gerçeklik katmanıdır bir alt katmanın gerçekliğini belirli kılan. Rabb üzerinizde galip sıfatları ile gerçekleşme erki yani iradesi göstermekte iken erek belirleniminde yaratıcı erk sahibi ilah olarak kendini görünüşe taşıyor.

İlah her daim gelecekten kaynaklı olarak yaratımda belirli kılandır. İlah olmanın ereğinde kendi olmayı bulur. Anlaşılması çok zor konu gibi görünse de anlaşılmayacak değil.

Yaratıma dair gerçekleşen her üst bir katman bir alt katmanın geleceği ve ereği olarak varoluşa dair belirleyicidir. İç dünyanızda kaç tane şey aynı anda ve katmanlı oluş sürecinde gerçekleşiyor ve sizi belirli kılıyor. Siz, sekiz dakika önceki bir güneşe bakarken veya atto saniyelerde birbirinizi görürken hep geçmişi -olmuş bitmiş olanı deneyimliyor olarak var olmakta iken hep gelecekten kaynaklı olarak belirli kılınıyorsunuz. Gelecek, olmuş bitmiş olanı hep var olma durumu olarak bulur iken hep önümüzde gerçekleşen olarak ve sonuçta yaşıyor olarak bulduğumuz bir gerçeklik. Hep olmuş bitmiş içinde varsınız. İsterseniz bunu fiziksel açıdan nesnel belirlenimleri ile anlayın, isterseniz biraz önceki hikâye üzerinden olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşen anlam akışından anlayın. Bu durumda özgür iradeden ne kadar bahsediyor olabilirsiniz. Hakikate kıyasen özgür irade değilse de varlık sahnesinde özgürleşmekten bahsedebiliriz.

Bir Müslümanın derdi özgür irade değil, varlık sahnesinde nasıl özgürleşmesi gerektiği ile ilgili olmalıdır. Ben Rabbime kul muyum değil miyim? Ey Rabbim üzerimde galip olan sensin. Galip sıfatlarını bana hak kılmış iken seni hakkı gereği istidadım ve istidadımın artışı doğrultusunda hak ederek ne kadar yaşamakta veya yaşamamaktayım. Benim derdim Sen ile var olunduğunun gerçeğine uyanmak ve seni hak ediyor olarak var olmanın hakkını vererek yaşayabilmek.

Enam suresinde “Yaşamım, salatım, ölümüm dahi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” dememiz ve bu doğrultuda yaşamamız gerektiği ifade edilir. Adanmış olan Meryem’in güzelce kabul edildiğinden de anlıyoruz ki Allah’a adanmış her ruh, özünde aslı olan Allah ile kendi olmayı -can- bulur iken varlık sahnesine kıyasen Allah ile tekâmül bulmakta/ olmakta özgürleşmektedir. İsa nebinin de Allah için kendini adanmış bir ruh olduğunu da unutmamak gerekir.

Derler ki Bahaddin Nakşibendi sorar “Evladım -Alaaddin- Attar sen mi geldin biz mi getirdik.” Alaaddin Attar “Efendim, herhalde biraz biz geldik, biraz da siz getirdiniz.” Hazret, oluş perdesini kaldırdığında Attar getirilmiş olduğuna tanık olur. “Efendim siz getirmişsiniz” der. Ardından bir daha sorar “Evladım Alaaddin, sen mi seviyorsun yoksa biz mi seviyoruz.” Attar “Efendim, herhalde biraz biz seviyoruz, biraz da siz seviyorsunuz.” Hazret, Attar’ın sevgisini gönlünden aldığında Attar “Efendim biz seviyor görünsek de aslında siz seviyormuşsunuz” der. Allah ile var olmak ile kalmayıp Allah’tan sonuç alarak istidat gelişiminde tekâmül etmiş bir veli, üst katmanların gerçekliğinden hareket ile nurdan kaynaklı varoluşunda alt katmanda gerçekleşenlere tasarruf edebilme özgürlüğü gösterebilmekte.

Mürşid-i Kâmil dediğiniz nedir? Allah’tan ruhsatlı olarak nüfus sahibi olup da cehenneme veya cennete kapı aralayabilendir. Şefaat etme hakkını Allah ile kendinde bulandır. Yerin dibine de koyar, göklere de kapı aralar. Mürşid-i Kâmil demek: makam, mertebe, hal seyrinde insan yetiştirendir. O insan olabilme ocağıdır. O ocakta insan yetişir. Yeryüzünde bir veya iki kişi bulunur ise ne mutlu. Çünkü bizzat Hakk ile tasavvur eden nüfus sahibidir. Çokluğun egemenliğine aşkın tümelde Allah’ın birliğini bulmuş olarak varlık sahnesinde bulunandır.

Pirim Abdülkadir Geylani’nin de hikâyeleri var. Bugünün insanı için fantastik ama yarının insanı daha iyi anlayacaktır. Gelecekte nur fiziğini yani Tanrı fiziğini daha iyi kavrayacaklar. Gelecek belirlenimli bir varoluşun nasıl gerçekleştiğini daha iyi bilecekler. Bugünkü neden- sonuç bağıntından öte, gelecek kaynaklı olarak erek-neden bağıntısına göre gerçekleşen bir dünyaya bakacaklar. Söz konusu insansa olan bitenin böylesi gerçekleştiği bir evrene de bakıyor olmak kaçınılmazı olarak bulacağıdır. Neden-sonuç bağıntısında varlık sahnesini sağduyu ile bulurken bu gerçekliğe yabancı olduğumuz bir oluş içinde bulunduğumuzu da unutmamak gerekir. Töze bağlı yaratım ile tersimezliğin aşıldığı bir dünyaya doğru gidildiğini de unutmamak

gerekir. İnsanlığın Tanrı’ya dair hikâyesinin yeni bir kavşağında olduğumuzda görülmekte. Kendine melekler edinmeye başlayan insanoğluna tanık olmaya başladık.

Her neyse Abdülkadir Geylani’nin hikayesine gelelim… hizmetinde bulunan bir kişi var. Kendisinden bir makam istemiş. Her şeyin paylaşılmasına önceden karar verdikleri sözleşmeden sonra Hazret cennet nimeti olan ve “Onların ol dediği olur” kerameti ile kişiye vali olduğu yedi senelik bir yaşam bahşeder. Varlık sahnesine kendi olarak çıkan vali, kazanımların paylaşılmasına gelince kendi kazancına Hazreti ortak etmek istemez. Paylaşıma itiraz eder. Elindeki bıçağı Hazretin göğsüne saplamaya başlar. Bir de bakar ki elinde bir kaşık o sırada pişirdiği helvaya hiddet ile batıyor. Efendi de “Evlat, veririz ama verileni hak edene veririz” demek ile kişiyi uyarıyor. Allah’ın verdiği rahmeti sen mi benim elimden alacaksın diye bıçağı batırırken Pirin yanında uyanı veriyor. Belirlenmiş, bahşedilmiş bir yaşamı olmuş bitmiş olmanın gerçeğinde yaşıyor olarak varlık sahnesine katılıyor. Bir ilüzyon da yaşamış değil.

Bunu söyledikten sonra şöyle bir anlam çıkmasın. Bu hayat yok, bir illüzyondan ibaret. Hayır… var olmak gerçekten paye aldığın ölçüde gerçektir. Gerçekten aldığınız paye kadar gerçekliği yaşıyorsunuz. Olay- ilişki örüntüsünde kendinizi gerçekleştirdiğiniz sürece gerçekçiliğe katılıyorsunuzdur. Yaratıcı etkinlikte ne kadar bulunuyorsanız, evrensel

-külli- gerçekleşen yaratıcı etkinliğe de o kadar kendi olarak katılıyorsundur. Hakikat ne olursa olsun… varlık sahnesine hep kendiniz olarak çıkıyorsunuz. Varlık sahnesine kendiniz olarak çıktığınız, başkası kılınarak hep yaratıldığınız içindir ki hep başkası kılma devam eder.

İmtihan başkası kılmaktır, adalet başkası kılmaktır, özgürleşme başkası olmakta gerçekleşir. Varlık sahnesine çıktıktan sonra özgür irade; doğaya, hak ve batıl ilişkisine, tarih olgusal gerçekleşen kültür ve medeniyete göre özgürleşme çabası olarak gerçekleşir. Hakikate göre

özgür irade sahibi olmaktan daha çok varlık sahnesinde gerçekleşenlere göre özgürleşmekte olduğumuz bir oluş içinde bulunuruz. Tekâmül de bunun bir belirlenimi olarak gerçekleşendir.

Önemli olan ise sorumluluktur. Varlık sahnesine siz kendi olmakta çıkıyorsanız, varlığınızın sorumluluğunu üstlenmeniz gerekir. Zaten, kendi olan her can kendi varlığına dair sorumlu olmayı ben olmakta bulur. Kendi olmayı değer olarak bulur iken her koruma refleksinde kendi olmanın sorumluluğunu en ilkel biçimde üstlenir. Bunun dahilinde, özde kendi -ben- olan iken gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak anlam-değer yüklemleri almaya açık oluşta kendisini kıldıkları/ oldukları ile var olma çabası gösterir. Bu durumda hem gerçekleştirdiklerinin hem de gerçekleştirdikleri üzerinden kendini kıldıklarının/ olduklarının sorumluluğunu üstlenmiş olması gerekendir… ki çocuklar böylesi sorumluluk almaktan kaçanlardır. Yetişkin olmak ise gerçekleştirdiklerinin ve kendini kıldıklarının/ olduklarının sorumluluğunu üstlenmiş olmakta gerçekleşir.

Kişi ötekinin sorumluluğunu da vicdani anlamda üstlendiği ölçüde diğeri ile özgürleşmeye dair yol bulur. Varlık sahnesinde en temelde korku ile var olmanın sorumluluğunu kendi olmaya aidiyet belirleniminde üstlenmiş olursunuz. Kendi olmaya dair kendiniz ile ilişkiniz kendi varlığının sorumluluğunu almayı olanaklı kılar. Diğeri ile ilişkilerinizde de gerçekleştirdiklerinden sorumlu olarak neden olduklarınızın sorumluluğunu üstlenmeniz gerekir… ki kendi olmaya dair, kendinden kaçan çocuklar değil, yetişkin olabilesiniz.

Gelecek belirlenimli varoluş ucu açık yaratım oluşudur. Katmanlı varoluşta karşılıklı var olmak da olanaklı kılınıyor iken Tanrı’nın size yeniden dönüşü söz konusudur. Bu durumda umut hak olur, dua hak olur. Sadakanın ömrü uzatması, belayı def etmesi hak olur. Çünkü geçmişten hareket ile neden-sonuç belirlenimli olarak yaratım gerçekleşmiş olsaydı, bütün geçmişin değişmesi gerekirdi. Geçmiş değişirken bütün gelecek de değişmiş olurdu. Gelecek belirlenimli

yaratım oluşunda ise gelecekten itibaren ki gelecekte gerçekleşiyor olanın değişimi söz konusudur. Bu durumda geleceğin değiştiğinden haberiniz olmadan veya haberden kılınmış olarak varlık sahnesinde kendiniz olmaya devam ederek yaşarsınız.

Şimdi bu durumu biraz daha girift kılayım. Her var olan özgün belirlenimleri özgül anlamda biricik olarak kendi olma durumunda bulunur. Özgüllüğünde kendi olmaya dair var olmanın ağırlığı ile vardır. Kendi olmaya dair özgül belirlenimi vardır. Kendine dair var olmanın ağırlığı vardır. O var olmanın ağırlığı itibariyle bütün ilişkiler gerçekleşir. “Sen sensin ben de benim” diyen Cebrail’i hatırlayın. İsterseniz “Sen sensin ben de benim” diyebilirsiniz. İsterseniz “Sen benim Rabbimsin ben de senin kulunum” da diyebilirsiniz. Bu hakikate dair bir gelişme sürecinde de gerçekleşebilir.

Bu durumda yaratımı sadece oldu bitti kılmak olarak anlamayın. Yaratım yaratıyor olmanın sürekliliğinde gerçekleşmeye devam eder. Karşılıklı var olmanın olay-ilişki örüntüsünde özgün ve özgül varoluş belirlenimleri doğrultusunda hep yeniden yaratıma açık oluşta sürekli kılınır. Yani yaratıma katılıyor olarak hep yeniden bilfiil gerçekleşir iken bilkuvve vücud bulmalarda gerçek olarak varsınızdır. Karşılıklı varoluşun karşılıklı etkileşimi içinde hep yeniden yeni bir oluş durumunda yaratıma açık var olma olanağı içinde var olmaktasınız. Böylesi oluş içinde karşılıklı varoluşta var olmaya dair bir anlamınız ve değeriniz var. Anlamsız ve değersiz değilsiniz. Alaaddin Attar ve Bahaddin Nakşibendi arasındaki diyaloğa da dikkat edilir ise üst gerçekliği olan her ne kadar belirleyici olsa da karşılıklı varoluşta olay- ilişki bağıntısında anlamlı ve değerli kılınmış bir hayat yaşanmaktadır.

Elbette bilmek önemli ama talimi yoksa bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor ve sıradanlaşır. Mutlaka erek biçimsel olarak talim lazım. Cebrail ne dedi “Sen benim Rabbimsin ben de senin kulunum.” Rabbiyle var olduğunu bildi, nedeninin Allah olduğunu bildi, kendi nedeninin kendi olmadığını da bilmiş oldu. Artık hangi açıdan

değerlendirirseniz ona tanık olursunuz. Kendi varlığının nedeni Allah iken kendi varlığının nedeniyle kendi olmayı bulan, nedeni olduğunun anlamlılığını devam ettirmeli. Nasıl? El İlah olarak yani Allah olarak. Nedenini Allah ile bulan da Allah ile anlamlı ve değerli olduğu varoluşta O’nu değer bilmiş olarak ereğine yönelimli oluş içinde talim etmeli. Yani Tanrı tanrısalları ile deneyime açık oluş içinde yaşamsal olarak bulunabilecek, yetişilebilecek, oldukça kendi olmakta görünüşe taşınandır.

Hayat nerede anlamlıdır, nasıl anlamlandırılır? Bilgibilimsel olarak varlık bağıntısında, olay-ilişki örüntüsünde de değer biçimsel olarak gerçekleşen anlam akışında anlamlı olan, ucu açık yaratım oluşu içinde anlamaya ve anlamlandırmaya açık olandır. Varlık üst ve evrensel gerçeklik belirlenimlerine göre bilinir iken anlamlı olduğu yönünde bulunur. Olay-ilişki örüntüsünde de anlam akışında anlamlı bir varoluş kaçınılmaz olarak gerçekleşir.

Sonuçta var olmak bahşedilmiş bir nasipten ibaret. İşte bak tam Eşariler gibi ifade ettin sesini duyar gibiyim. Hayır… ben Eşari değilim. Vahdeti vücud görüşü perspektifi ve talim oluşu içinde kendimi anlamlı kılmaktayım. Ancak klasik vahdeti vücud görüşünün zatı, sıfatları, isimleri, halkı aynı kılma savından öte, ayrı değil aynı da değil gerçekliğine bağlı olarak gerçekleşen vahdeti vücud görüşünde bulunmakta ve talimine devam etmekteyim.

Konuyu biraz daha girift kılayım. O nurani tanecikler nur niteliğinde aynılığı koruyor olsalar da kendi katman alanında kendi olmaya dair özerk, özgül, özgün ve kendilerini gerçekleştirme iradesini kendilerine içkin gerçekleşme erkinde özgürce bulmakta şuurlu iken temsil ve tasvir içeriğinde insan olmaya geliyorsa ne olacak? Yeryüzüne halife yaratacağım diyen Tanrı için insan, esfelin sâfilinde görünüşe gelmenin nesnesi, avatarı değil mi?

Klasik vahdeti vücutta Hazreti nebinin Nuru Muhammed’i denilen nurani ve ruhsal kendi olmaya dair bir mertebesi olduğundan bahsedilir. “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım” denilir iken bu nurun yaratımda temel bir kuvvet taşıyıcısı olduğu belirtilir. Sadece kuvvet taşıyıcısı değil, kuvvet taşıyıcısı olarak enformasyon ilişki bağıntısında evrensel aklı görünür kılan bir nurdan bahsetmekteyiz. Bu nurun sahibi değilse de kendisine dair kılınmış durumunda kendi olan Habibullah-ın yaratıcı etkinlikte Tanrı’nın yaratıcı etkinliğine katıldığını dahi ifade edebiliriz. Sonuçta ise nebilerin sonuncusu olarak varlık sahnesine ayrı değil aynı da değil oluşu ile bağıntıda insan olarak çıktığını belirtebiliriz. Üzerinde bulunan Rabbinin yaratım etkinliğinde karşılıklı yaratım oluşunda bulunulduğunu da ifade edebiliriz. “Allah evvela benim nurumu yarattı” “Aklın nurunu yarattı” hadisi şeriflerini de bu bağlamda hatırlatmak isterim.

Ayrı değil aynı da değil oluşta gerçekleşen tevhitten habersiz… salt tenzih anlayışınca yarattığından öte bir Tanrı anlayışına itikat eden ve savunan kelamcılar için bu kabul edilecek bir durum da değil. Resulü Ekrem için “O bedeninin nur yayılımı ile bütün dünyayı, ruhunun nurları ile de gerçekte var olduğu nur katmanının nüfus alanında bütün kâinatı kapsar” olduğunu belirtmek isterim. Çünkü o nur yoksa kâinatın görünüşüne sebep ölçü üzeri yaratımda biçimlenmesinin nedeni yok demektir. O nur, enformasyon ilişki bağıntısında ilişkilendiren, enformasyonun -usun- nuru. Elbette us ilk olarak onda biçim kazanmış değil. Kendisinden önce Cenabı Allah, kendi varlık zaman genişliğinde, kendini gerçekleştirme, yaratım erki/ yetisi olarak düşünmeyi bilfiil oluşta gerçekleşen olarak bulmakta. Özne olmanın doğası gereği gerçekleşme erkinin irade olarak belirmesinde yönelimli olmak kaçınılmaz iken gayesellik bağıntısında ussallık sibernetik bir oluşta zaten gerçekleşmekte. Aklın nuru dediğimiz, eskilerin üstadı sâni de dediği o nurani oluş durumu, tanrısal olan ussallığın türev olarak şahsiyet kazanmış olma biçimlerinde bir biçimdir.

Kendisinden önce anlamlılığın, anlamın, dilin, görmeye, duymaya dair yeterliliklerin/ yetilerin, anlam taşıyıcısı meleklerin yaratılmış olması da kaçınılmaz bir durumdur… ki “Habibim seslendim sesimi duyan olmadı, baktım gördüğüm olmadı” hadisi kutsisinden de bunun bir biçimde anlaşılması gerekir. Bu durumda, Muhammedî nur mertebesi, kendisinden önce yaratılmış olanların sonucunda, bir yaratım oluş sürecinin en mükemmel biçim almış durumu olarak tanrısallığa haiz Tanrı’ya ayna türev şahıs olma özelliği gösteren ilk yaratılandır. Bu anlatımdan, sonuçta açık olan ve bütün parçadan her daim büyüktür yargısı çıkarılmamalıdır. Nur evreninde her bir üst katman alt katmanı belirleyici yaratıcı etkinlikte bulunurken üstünlüğünü korur. Her bir alt katman türev evren katmanı olarak bir üst katmanın yeterliliklerinin indirgenmiş olarak farklı biçimlerde dışlaştığı bir varoluş durumunda gerçekleşir. Yeni olanın özgüllüğü üst katmanın üstün olarak belirleyici olmasını değiştirmez.

Eskilerin dediği gibi “Allah Allah’lığını kimseye vermez” yani varlığına dair ortak kabul etmez. Her bir katmanda tanrısalları ile farklı biçimlerde dışlaşan, tavır belirlenimlerinde çeşitlenen olarak gerçekleşme -yaratım- erki -iradesi- gösteren olmayı sürdürür. “Sen atmadın Allah attı” ayetini, sadece bir olayın anlatısı olarak değil, gerçekte Allah ile var olunduğu gerçeği ile de değerlendirmek gerekir. Şahıs özelliği gösteren her yeni türev nur dahi özünde nur olmanın aynılığını taşırken Allah’tan bağımsız kendi olabilmek te değildir. Yani nedenini Allah ile bulan, Allah ile kendi olmanın yaratım, gerçekleşme etkinliğinde bulunabilmektedir.

Ayrı değil aynı da değil gerçekleşme oluşu içinde her yaratılmış olan kendi olmakta varlık sahnesine çıkmaktadır. Fakr, acziyet (var olmaya dair yeterlilikler) tümel belirlenimlerinde başkası olmakta vücud bulmuş olmak, kendi olma belirlenimlerine yönelik yaratıma maruz kalmak, aslından yana başkası görünüyor olmak, unutmak, nasıl ve ne için var ise onun şuurunda var olmak vb. başkası kılınmış olarak kendi olmanın sebepleri olarak değerlendirilebilir. Yaratımda esas olanın

başkası kılınmış olarak kendi olmakta varlık sahnesine çıkmak ve katılmak olduğu görülür. Ayrı değil aynı da değil oluşu; yaratımın, var olmanın, katmanlı var olmakta karşılıklı varoluşun, Tanrı’yı yaratım ile bağıntıda tenzih ilkesi gereği bilmenin ve ayrı olan yönlerimizden uzaklaştıkça yakin bulabileceğimizin, Allah’tan sonuçlar aldıkça tekâmül ediyor olabileceğimizin temel ilkesi olarak değerlendirilmelidir.

Rivayet edilir ki Cenabı Allah Habibi için “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım” der. Bundan kasıt; Hazreti İnsan olarak yarattığı türev nur, şahıs olma özelliği gösteren “Habibim” denilen nur mertebesidir. “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım” der iken “Sana bahşettiğim ve kendi olmanı olanaklı kıldığım nur, senin ile var olacak âlemlerin yaratılmasının da temel taşlarından biridir” anlamını taşır. Bugün gluon dedikleri de o nurdan başkası değil. Kendi katmanında yekvücud, kendisinden sonra var edilen âlemlerin ruhu olan ve tanrısal olan usun şahsiyet kazanmış olarak görünüş bulduğu tözsel yapı. Kendi katmanında şuurlu olup da şahsiyeti olan yaratılmış ilk ruhani -nurani- tür. Sadece bir kuvvet taşıyıcısı değil, enformasyon ilişki bağıntısında ölçü üzeri varoluşu da olanaklı kılmanın kuvvet etkileşim tesirini sağlayandır. Yeşil renk dinamiği gösteren oluş içinde gerçekleşme olanağı bulur. Nurlar nicel belirlenimli tanecik durumunda bulunuyor olsalar da kendi katman belirlenimlerinde öz nitelikleri gereği aynı olduklarından tek bir nur gibi yekvücud şuurlu hareket ederler. Yekvücud şahıs olma özelliği gösterirler.

Şuurlu olmak kendi olmanın idrakinde/ farkında ve gerçekleştirilenlerin idrakinde/ farkında olmakta iken farkındalığın hep refleksiyon içeren bir aynalaşmada gerçekleşmesi kaçınılmazdır… ki nur kendi özünde kendi ile refleksiyon hareketinde kendi olmanın ve gerçekleştirdiklerinin farkında olandır. Katmanlı yaratımda da karşılıklı var olmayı olanaklı kıldıkları ile refleksiyon, farkındalık belirlenimi olması anlamında şuurlu olmak, aynalaşma oluşu içinde devam eder.

İnsan, yani Tanrı varlığında Tanrı gibi düşünen, tanrısalları yüklem almış olup da Tanrı’ya ayna, nur düzeyinde Tanrı gibi olan ilk yaratılan ve kendisinden sonra yaratılanların da ruhlarından bir ruh olan o Hazreti İnsandır. Bu düzeyde ilk, Hazreti İnsan halk edildi. Esfelin safilin denilen bu dünyada, Resulullah’tan önce o nurun kişi olarak görünüşe gelmesi yok. Sonuçta da Hazreti İnsan esfelin sâfilinde kendi anlam- değer yüklem bağıntısında görünüşe taşındı. O insan tümelinin ilk halk edilenidir.

Nurun yani özün gerçek sahibi olan Allah, farklı özellikte türev nurlar olup da alan belirlenimli var olan türev şahıs özelliği gösteren ruhlar da var etti. Ancak, Hazreti İnsan insan tümelinin nurani düzeyde ilk yaratılanıdır. Türev nurlar kendi alanlarına göre yekvücud şahıs olmaya içkin ve nesnelliklerine aşkın şahıs olma özelliği de gösteren illiyun olmaktan öte değillerdir. Sonuçta da Âdem’in yaratılış mitinde buyrulan “Ruhumuzdan üfledik” ayeti baki… insan illiyundan kaynaklı olarak şuurlu şahıs olmayı bulur. İlliyundan yani Biz olanlardan ruhlanmış olarak vücud bulmakta ise bu şaşılacak olan bir durum da değildir. İnsan diye avatarlarını inşa etmekte ve sonuçta nurdan bir varoluş içinde kendilerini kıldıkları ile kendilerine anlam katmış olarak kendilerini anlam-değer yüklemli karakter/ kimlik belirlenimlerinde vücuda getirmekteler.

Üç boyutlu bu evrenden onların çok boyutlu gerçekleşen evrenlerini, kendilerini anlamak elbette zor ama imkânsız değil. En temelde Tanrı nurları ile var olan her ne ise katmanlı var olmakta gerçekleşen karşılıklı varoluşun ucu açık yaratım oluşu içinde anlam-değer akışında hep yeni bir oluşta kendini gerçekleştirme olanağına sahip olarak var olmakta. İstidat ve nasip ölçüsünde tanrısalları yüklem aldığı kadarı ile aslının bir türevi olarak gerçekleşme olanağı bulan her yeni yaratılmış olan, varlık sahnesine kendi olarak çıkmakta. Nurun katmanlı evreninde de her katmanın nurları kendi alan belirleniminde yekvücud şahıs özelliği gösterir iken kendi olma durumunda bilfiil olup da bilkuvve gerçekleşen yaratıcı etkinliğin failidirler.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli konu nurun sadece nesnel özelliği değil, nesnelliğine içkin öznelliği içeren özdeşlikte -aynılıkta- kendi olma durumunun olduğu ve kendisinde nesnelliğe dair nicel belirlenimli ne gerçekleşmekte ise öznel karşılık bulmuş olarak da gerçekleşmiş olmasıdır. Bu durumda nurlar sadece nicel belirlenimli etkileşim gösteriyor olmak ile kalmayıp, nicel ilişki belirlenimlerinde öznelliğe dair gerçekleşen irade, anlam, duygu, haz vb. oluş içinde kendi olmayı bulup gerçekleştirmekte ve yaratım etkinliğinde bulunmaktalar. Kendiliğe dair her gerçekleşme bir yaratım etkinliği olarak gerçekleşmektedir… potansiyel açılımlarını kendi olmaya yüklemler alarak kendini yaratabilme olanağı da gösterebilmek demektir. Sonuçta tümel belirlenimli ne gerçekleşmekte ise özünde nicel belirlenimli bilfiil olup da sonuçta bilkuvve gerçekleşendir. Nicel belirlenimli her ne gerçekleşmekte ise özü gereği öznel olup da tanrısal olan karşılıklarını da kendinde bulmuş olarak gerçekleşmek zorunda kalandır.

Nurun nicel dünyasında hareket belirlenimine bağlı gerçekleşen tanrısal öznel belirlenimler nicelikten öznelliğe bir dönüşüm sürecinde değil, nicel belirlenimli gerçekleşenin eş anlı olarak öznel belirlenim yükleminde de gerçekleşiyor olması söz konusudur. Katmanlı varoluşta mevcudata dair var kılınmışlarda ise hakikatte gerçekleşenin gerçekleşme süreç belirleniminde nicel nesnellik ile öznel yüklem belirlenimleri arası dönüşüm, karşılıklarını oluşturma indirgeme oluşunda gerçekleşmesi söz konusu olur. Beslenme, beden, ruhsallık bağıntısında da buna tanık oluruz. Hakikatten paye almanın olanağı ve sürekliliğinde, hakikatte var olmak nasıl gerçekleşmekte ise ondan paye alırken yaratılmış olanlarda da hakikatte gerçekleşen tanrısalların süreç belirlenimli indirgeniyor, yaratılıyor olmasında deneyime açık olarak gerçekleşmesi söz konusu olmaktadır.

Nicelliğe içkin yaratılırken nesnellik zemininde nesnelliğe aşkın yaşanan, katılan bir oluş içinde hep var olunur. Anlam, irade, duygular,

hazlar, us, görme, duyma, bilme vb. her ne yaratılmaktadır, nicelliğe içkin gerçekleşme durumu olarak vücuda gelir/ getirilir. Özde nurun nesnel ve öznel düzeyde aynılık içeren olma durumundan kaynaklı olarak bilfiil iken bilkuvve gerçekleşen her yaratım oluş belirimi, nicelliğe içkin öznel karşılıkları da oluşmuş olarak gerçekleşmek zorunda kalır. Bunun içindir ki fizik kimyada, nicel niteliğe haiz minareller, vitaminler, kimyasallar vb. olup da öznel karşılıkları ile deneyimlediğimiz, öznel karşılıklarına maruz kaldığımız olgular var. Eskiden daha öznel içerikte okuduğumuz evreni, bilim ile beraber salt nicel belirlenimde okumaya başladık. Aslında ise nicelliğe içkin ama nicelliğe aşkın gerçekleşen öznel bir oluşun katılımcı evreninde var olmaktayız. Varlığın ve varoluşun bu iki yönlü durumuna yabancı da kalamayız.

Tümel belirlenimli -özcü- her gerçekleşen yüklem nicel belirlenimli gerçekleşir iken erek bağıntısında içerik ve biçime, anlam ve değere dair gerçekleşirken özsel nitelik kazanmış olarak vücud bulur. Her bir varlık vücud bulduğu tümel belirlenimleri ile anlama haizdir. Anlamına bağlı olarak isim ve kavram nitelemesi ile anlamını kendimize açık ederiz. Dil; anlam-değer, içerik-yüklem, temsil-tasvir, indirgeme-izafi, duygu-irade vb. metafizik tümel belirlenimleri ile anlamı öznelde açık etmenin taşıyıcı aynasıdır. Anlam, dilde isim, kavram, tümce bağıntısında, varoluşsal olarak da olay-ilişki örüntüsünde açık edilir. Açık edilen anlam, ilişkilerde değer biçimsel olarak yaşamı anlamlı bulmamızın/ kılmamızın nesnesi olur. Yani varlıkta taşınan anlam yine varlığın kendisini anlamlı bulmamızın nesnesidir. Varoluş örüntüsünde açık olan anlam, yine varoluşu anlamlı bulmamızın/ kılmamızın nesnesi olur. Anlama dair aynalaşma içinde böylesi varoluş kaçınılmazdır.

Var olmak, kendi olmanın anlamlılığını taşır iken, ilişkilerde anlamlılık değer biçimsel olarak gerçekleşir iken olay-ilişki örüntüsünde anlamlılığa dair aynalaşma içinde var olunurken anlamlı olmaktan kaçışın olmadığı oluşta yaşanır. Nicel -ölçü, matematik- içerikli oluş

belirlenimli gerçekleşen -yükselen- anlama dair tümel belirlenimli her

ne gerçekleşmekte ise varoluşu olduğu gibi anlamlı kılmakta.

Tümel belirlenimli anlamlılığa göre gerçekleşenleri tümel içerikleri ile isimlendirmek, kavramlaştırmak, olay-ilişki örüntüsünde betimleyerek anlatmakta iken anlam açık edilir. Anlam, tümel belirlenimli olması sebebi ile üst -aşkın-bir belirlenim iken üst -aşkın- belirlenim olması sebebi ile anlamlılığı hep belirli kılan ve sürekli kılan oluşa eyler. Anlamın eril, dirimsel, şuurlu, eyler, sadece kendisini yüklem almış yüklemsiz biricik olma durumundan da bakıldığında anlamın hep anlamlı kılıyor olmaya eyler olduğu görülür. Anlam kendinde gerçekliği olup da öznesine bağlı olarak gerçekleşme erki -iradesi- bulandır. Anlam varlığı olan bir öznenin bu durumda anlamlı bir varoluştan kaçışı olamaz. Yaratılmış her varlık da anlama haiz vücud bulmuş olarak var iken anlam gerçekleşmiş olarak gerçektir. Vücud bu anlamda asli değil, anlam mahiyet olarak aslidir… ki vücud dahi anlama haiz, anlamın görünüşe geldiği biçimsellikte ereğe bağlı gerçekleşen kıvamda anlamın gerçekleşmesinin taşıyıcı nesnesi olarak da anlamlılık içerir. Anlamın farklı biçimlerde gerçekleştiği var olma durumlarında anlamlılıktan da kaçışın olmadığı görülür.

Dil dolayımında eril gerçekleşen anlam-değer ayrıca eril gerçekleşen duygular, hazlar öznelliği eyler. Eril doğaları gereği öznelliğin var olma anlamına katılır, anlamlı oldukları yönde özneyi anlamlı bir oluşa eylerler. Özne duyu algısal olarak da kendi için anlamlı varoluşta kendi için güzel, iyi, doğru olana yönelimli iken nicelin dünyasına aşkın tümel belirlenimli bir varoluşa eylenir. Anlam, değer, duygu, irade, haz, duyum vb. eril doğaları gereği anlamlı kıldıkları anlamlılığa kattıkları bir oluşta kılarlar. Kendilik, doğası gereği eril olan anlam, değer, irade, duygu, duyum, haz, idea vb. belirlenimlerini yüklem almaya açık oluş içinde anlamlılığa açık yaratım oluşu içinde bulunur. Doğası gereği eril olanlar kendiliğe yüklem alınmakta katılırken kendi olma anlamlılığının bir parçası olurlar. Eril olanlar yüklem alınan özdeşlikte kendilerinde

kılarken mahiyetleri olan anlamlılığı deneyimlemek, eril olmalarının doğası gereği gerçekleşir.

Sibernetik bilinçli olmakta üç zamanlı varoluşta da anlamlılık ereğe, amaca, sonuca bağlı neden belirleniminde açık olur. Neden, erek ile ne için kılınmış olmakta ise erek ile anlamlı ve değer biçimsel gerçekleşir. Yaşananların sonuçları olan bir dünyada, sonuçlara göre anlamlı ve değerli olan bir varoluş kaçınılmazdır. Diyalektik oluş içinde de birbirini tamamlayan karşıtlar bağıntısında yeni bir oluşun anlamlılığı gerçekleşir. Birbirini olumsuzlayan karşıtlar ilişkisinde de taraf olmanın anlamlılığında var olunur. Gerçekten taraf olmak ise olması gerekendir. Uç belirlenimli olumsuzlanması gereken karşıtlarda ise hak olana göre anlamlı kılınmış/ anlam bulmuş olarak varlık sahnesinde bulunulur. Ne cimri ne müsrif olarak cömert olmak, ne Hristiyan ne de Yahudi olarak Müslüman olmak vb. örnek verilir ise hak olana bağlı olarak yüklem almış olduklarımızla olması gerektiği gibi kendi olmayı, ereğine bağlı anlamlı kılmaktayızdır. Ereğine bağlı kendi olmaktayızdır.

Mealen İbrahim nebi için “O ne Hırıstiyan ne de Yahudi idi. Müşriklerden olmayan, Hanif bir Müslümandı” denilen ayette dahi ne o ne de o diyalektik oluşuna tanık oluruz. Hak olana göre kendimizi kılacağımız ve hak olana göre ne o ne de o diyebileceğimiz birçok olumsuzlanması gereken karşıt ile karşı karşıya kalabiliriz. Ne o ne de o dediklerimiz üzerinden kendimizi hak olana göre yüklem aldığımız, yükleminde kıldığımıza göre vücuda getirdiklerimiz ile varlık sahnesine çıkarız. Bunun da bir özgürlük veya kendi olma, kendini gerçekleştirme belirlenimi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Kendimizi hak olan ile anlamlı kılarken varlık sahnesine olması gerektiği ereğinde çıkmaktayız. Katmanlı varoluşta birbirini kapsayan gerçekliklerin benzer ve farklı olan yönleri ile aynalaşmaya dair varoluşu kaçınılmazdır. Benzer ve farklı olmak aynalaşmanın en temel metafizik belirlenimidir. Sibernetik oluş içinde neden ereği taşırken ereği ile aynalaşmanın olanaklı olduğu bir oluşta bulunulur.

Yaşananların sonuçları olan bir varoluşta sonuçlar hep aynamız olarak bulduğumuzdur. Her hesaplaşma aynalaşma içerir. Vicdan da dahi ilke değer -ahlak- biçimsel olarak aynalaşmaya dair kritiğin nesnesi olur. Niyete bağlı gerçekleşen her eylem dahi eylemin anlamlılığına işaret ederken fail ve gerçekleşen arasında geri dönüşsel değerlendirmede aynalaşmayı olanaklı kılar. Bu gibi aynalaşmaya dair her oluş içinde benzer ve farklı olmanın dışlaşma, yüzleşme, hesaplaşma, karşılaşma, eşleştirme vb. durumları, olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşen anlam akışında anlamlılığın gerçekleşmesinde gerçekleşir.

Aynılık düzeyinde gerçekleşen özdeşliklerde farklılığın olmaması sebebi ile farkındalığın oluşması da beklenmediğinden aynılıkta aynalaşma olmaz. Aynalaşma benzer ve farklı olma belirlenimleri içermekte iken aynı değil ayrı da değil oluşta gerçekleşir. Katmanlı oluşta katmanlar arası bağıntılılıkta paye almanın ve pay sahibi olmanın benzer ve farklı oluş belirlenimlerinde aynalaşma kaçınılmazdır. Bunun ile de kalmaz, yaratım temsil- tasvir belirlenimli anlam-değer yüklemli içerik-biçimlerde gerçekleşir iken olay-ilişki bağıntısında aynalaşma kaçınılmazdır. Aynalaşmanın kaçınılmaz olduğu oluş içinde gerçekleşen refleksiyonda anlamlılık da kaçınılmaz olarak varoluşsaldır.

Bilfiil oluşta bilkuvve vücud bulan yaratımın enformasyon ilişki bağıntısında gerçekleşen çoklu gerçeklikte, anlamlılığın metafizik belirlenimleri ve anlamlılığın kaçınılmaz yapısal durumları ile bakıldığında, yaratım ve yaratıma bağlı ne gerçekleşmekte ise anlamlılıktan kaçışın olmadığı oluş içinde var olduğu görülür. Yaratım, enformasyona dair bilfiilken bilkuvve vücud bulmalarda ve anlam- değer, içerik-biçim, temsil tasvir, ölçü-nitelenme-, tikel-tümel, indirgeme-izafiyet vb. metafizik belirlenimleri ile gerçekleşirken gerçekleşme biçimleri ve çeşitlilikte varoluş, anlam yüklemlerinde gerçekleşir. Katmanlı varoluşta ayrı değil aynı da değil gerçekleşen birbirini kapsayan gerçeklikler sebebi ile de var olmak çoklu anlamlılığa haiz gerçekleşir. Yapısal ve varoluşsal belirlenimlerin çeşitlilikte

gerçekleştiği bir yaratım oluşunda var olmak, çoklu anlamlılık ve

anlama açık değişen anlam akışında gerçekleşir.

Her var olan can evvela kendisini var eden ile anlamlı olup, kendi -var- olmayı da var olmanın anlamlı olmasında gerçekleşiyor olarak bulur. Anlamsızlık dahi söz konusu özne ise anlamsız kıldığı ile anlamlı kılmaktan öte bir durum değil iken söz konusu hakikat, yaratım ve varoluş ise anlamlılık var olmanın metafizik doğasının en temel belirleyenidir. Var olmak var olmanın anlamını taşırken var olma çabası anlam bulma, anlamlı kılma çabası olarak biçimlenmekteydi.

Değer üreten çaba anlamında emek ile varoluş, anlam akışında gerçekleşir. Miras ile anlamlı kılınmış bir dünyada/ dünyadan doğulur iken emek ile anlamlı kılınan dünyaya/ dünyalara doğulur. Kendine yabancılık, varlığa yabancılık; bildikçe, emek ile yaratıcı etkinlikte anlam buldukça veya anlam edindikçe ayrıca emeğe bağlı karakter/ kimlik biçimsel vücud buldukça, öteki ile yakinliğe, aidiyete, sorumluluğa dair ilişkiler geliştirdikçe aşılır. Yabancılık, biricik olarak kendi ile dolu kendi olanın derin yalnızlığının bir sonuç ürünü olmak ile beraber unutmuş olarak esfelin sâfiline inmiş olmanın bir sonucu ve bilmiyor olmanın bakışımında biçimlenen bir duygu olarak bulunandır. Varoluş krizi -derdi- de yabancılığın sonucu olarak anlam arayışına eyler. Bilfiil gerçekleşirken bilkuvve çeşitlilikte var olan, çeşitlilikte beliren anlam yüklemleri ile görünüşe gelir. Zaten öteki ile varoluşun gerçekleştiği oluşta her varlık öteki ile gerçekleşen olay-ilişki örüntüsünde anlamlılığa maruz kalmış olarak var olur. Artık, emek ve zenginleşen anlam dünyası ile yabancılık geride bırakılmış olarak varlık sahnesine aidiyet belirlenimlerinde katılınır.

Yaratılmış olan için var olmak, var olmaya maruz kalmış olmakta gerçekleşir iken kendi olmaya dair anlam, maruz kalınmış yüklem olarak gerçekleşir. Sadece doğa koşulları ve şartları altında var olmaya maruz bırakılmış değiliz. Duyusal algı, gerçekleşme erki -iradesi-, duygular, hazlar, arzular ve kendi için güzel, doğru ve iyi olana bağlı

arzu nesneleri ediniyor olmak ve daha nice durumda öznel/ tinsel anlamda yüklem almaya açık oluşta var olmayı, elimizde olmadan gerçekleşen tanrısal belirlenimlere maruz kaldığımız oluş belirleniminde buluruz. Var olmak, yüklem almaya açık oluşta elimizde olmadan gerçekleşen neden bağıntılarında mümkün kılınmış gerçeklik olarak nedenlere maruz kalınmış olmakta, yüklemler ediniyor olarak vücuda geldiklerimizde gerçekleşir. Bu durumda var olmaya dair maruz kalmaya rağmen, kendimizi kıldıklarımız/ olduklarımız ile maruz kalmaya aşkın kendi olmakta varlık sahnesine çıkılır.

Maruz kalınan anlam akışında varoluş ya maruz -olmanın nesnelerinde- kaldıklarımızda kalmış olarak ya maruz olmaya rağmen maruz olmaya aşkın emek ile katıldıklarımız, anlamlı kıldıklarımızla ya da karşılıklı anlam akışında rızayı gözetirken gerçekleşebilir. Var olmaya dair maruz kalmalar, var olmanın bir gereği olsa da maruz kalmalara rağmen maruz kalınmış olmaya aşkın anlamlı olmakta varlık sahnesine katılınır. Sevgiye maruz kalırken seven olarak kendimizi kılmış olmakta katıldığımız bir dünyada olmak, bu duruma örnek gösterilebilir. Anlama maruz kalırken anlamlı baktığımız bir dünyada aynalaşıyor olarak var olmak da bu gerçekleşme durumuna örnek gösterilebilir.

Var olmaya maruz bırakılırken emek ile, maruz kalmaya aşkın yeni bir anlam oluşunu belirliyor olmak, anlam yükleminde kendini kıldığı/ olduğu ile varlık sahnesine çıkıyor olmak söz konusu olabilmekte. İlhama maruz kalmak ile sanat yaparken sanatçı olmak, varoluş derdine maruz kalmış iken anlayışa maruz kaldıkları ile arif olmak, neden bağıntılarına bilmeye maruz kalırken kavradıkları ile filozof olmak da maruz kalmaya rağmen maruz kalmaya aşkın kendi olduğumuzun gerçeğini görünür kılan alan ve olgusal belirlenimlerdir… ki yaratılmış olmanın doğasında var olmayı, nedeni kendi olmadığı içindir ki neden bağıntısında maruz kılınmış olmakta bulmak vardır.

Tanrı için var olmak ise maruz kılınmış olmakta gerçekleşen değil, nedeninin hem nesnesi hem de öznesi iken kendini kılmış olduklarında gerçekleştirmek vardır. Tanrı dahi Tanrı olmayı, yaratım etkinliğinin karakter/ kimlik belirlenimi olarak yüklem almış olsa da bu maruz kalmış olmakta değil, sadece kendini gerçekleştiriyor olmakta bulduğu var olma biçimidir. Rahman, Rahim, Vedud, Kerim vb. tanrısallar dahi katmanlı varoluşta karşılıklı var olma olanağında bilfiil olarak bilkuvve gerçekleşir iken gerçekleşme kaynağı kendi olduğu içindir ki kendi olmaya dair maruz kaldığı değil, kendini kılmaya dair mümkün kıldığı ilke belirlenimli tanrısal gerçeklerdir. Bu karakter/ kimlik biçimsel varoluş biçimleri, Tanrı ile var olanlarda gerçekleşir iken Tanrı’dan paye almanın olanağında maruz kalınmış gerçeklikler olarak yaratılmış olan varın kendi olmaya dair kılınmış gerçekliği olmasında bulduklarıdır.

Böyle olmak ile beraber bir maruz kalma durumu olan imtihan da zor, acı veya rahatlığa dair kolaylıklar içinde gerçekleşir iken ne ile anlamlı olduğumuzu kendimiz belirliyor iken varlık sahnesinde kendi olmaya dair özgürlüğünü göstermenin belirlenimi olarak bulduğumuzdur. Maruz kalmış olmaya rağmen maruz kalmaya aşkın olarak kendi olmayı hangi anlam-değer yükleminde gerçekleştirdiğimizin sınavları ile karşı karşıya kalırız. Ne ile imtihan olunmakta ise imtihanın nesnesi ile mi yoksa imtihandan beklenen özde olanın ereğinde gerçekleşmesi ile mi varlık bulunduğu değerlendirmesine tabi tutulmuş olunur. Böyle olsa da imtihanda olan, imtihan edildiği ile kendini kılma/ olma oluşu içinde ne ile kendini anlamlı kılmakta, anlamlı kılarken de yaratıyor olmakta ise onun ile kendini anlamlı olma/ kılma oluşu içinde bulunur. Anlama dair seçimlerimiz, kendimizi hangi anlamda yüklem almaya açık kılıyor isek yüklem aldığımız anlam ile yaratıyor olmanın da anlamını taşır.

İmtihan özümüzde olanı, ilim-talim-terbiye sürecinde nerede olunduğunu açık etmek ile kalmaz, ilkede tutarlı -sabırlı- olarak samimi olup olunmadığını da açık eder. Bunun ile de kalmaz, seçimlerimiz sonucunda yaratımımıza katılırken sonuçta ne olacağımıza dair özgür yaratım kararında, eyleminde bulunmamızın da nesnesi olur. Bir maruz

kalma durumu olsa da maruz kalınmış olmaya rağmen maruz kalınmış olana aşkın kendimizi kılacağımız yaratım oluşu içinde bulunmanın nesnesi olarak da bulduğumuz olur. İmtihan ve zorluklar; özümüze bağlı oluşu içinde bizleri, sonuçta ereğinde kim olmaya dair kendi olmaya eyler… Kendi olmanın hangi düzeyde gerçekleşeceğinin nesnesi olarak kendi olmaya dair yaratıma doğrudan katılmanın nesnesi olurlar.

Niyetlerimiz de ereğine bağlı eylemlerimizi değer biçimsel anlamda anlamlı kılmanın oluşu içinde kılarlar. Niyete bağlı biçimlenen her eylem değer biçimsel olarak gerçekleşir iken anlamlıdır. Kendiliği ereğe bağlı yüklem almaya açık oluş içinde eylemde kıldıkları ile anlamlı ve değerli bulmak için de önemlidir. Vicdanda dahi öznellik, değer olarak eyleminde kritik edilirken eyleminde kıldıklarından yana eleştiriye açık, başka bir deyişle de yaratıma açık oluş içinde kendi olmaya dair yaratım oluşuna dair söz sahibi olarak kendini bulur. Kendi üzerinde gerçekleşen yaratım oluşuna doğrudan katılmaktadır. Kendi kıldıkları ile yaratımına dair oluşta bulunmaktadır. Öznelliğe dair böylesi yaratımda, kendiliği anlam yüklemlerinde değer biçimsel olarak gerçekleşirken yaratıyor olmak, kendi yaratım oluş içinde bizatihi bulunmak anlamını taşır. Unutmamak gerekir ki olay-ilişki örüntüsünde her yaratım, hep diğeri ile ilişkide ve iletişimde gerçekleşen anlam akışı içinde yüklem almaya açık oluşta gerçekleşir.

Yüklem almaya açık oluş içinde ucu açık yaratım oluşunda bulunulurken de anlam kendisi ile kendiliğe/ kendi olmaya doğmanın nesnesi olur. İnsan gibi yaratıma açık ucu açık yaratım oluşu içinde bulunup da anlam yüklem belirlenimlerinde ve oluş biçimlerinde var olan için anlam, değişen anlam akışında hep kendine yeniden doğmanın/ doğa bilmenin olanağıdır. Anlam ile ucu yaratım oluşunda, kendini kıldıkları ile hep kendine doğan özne için olay ilişki örüntüsünde gerçekleşen hikâyesinde varlık sahnesine çıkması anlamın bir formasyonu olan değer içeriğinde beliren eylem/ tavır belirlenimlerinde gerçekleşir. Anlam ile kendine doğan değer

belirlenimlerinde varlık sahnesinde görünür. Değerler öznel anlamda ahlak biçimsel gerçekleşmeye ve sonuçta kişilik, karakter, kimlik belirlenimlerinde gerçekleşme formu bulur iken varoluş, ahlak biçimsel yaratım oluşunda gerçekleşen anlam yüklemlerinde süreklilikte gerçekleşir.

Söz konusu olan yüklem almaya açık yaratım oluşunda anlam yüklemlerinde yaratıma açık olmak ise özne, yaratıma açık olduğu kadar değişen anlam akışında, anlamlılığın belirlenimi olan değişen tavır belirlenimlerinde ve gelişen alanlarda anlamlılığı sürekli kıldığı bir oluş içinde bulunur. Yaratım, öznellik, anlamlılık ve değişen oluş içinde iken söz konusu olan özne ise özne karşısında olduğu gibi duracak hiçbir şey yoktur.

Her şey yaratıcı etkinlikte değişen oluşta gerçekleşir. İlke gereği değişmeyen tümel belirlenimler de süreksizliğe bağlı değişen oluşta sürekliliğin hangi anlamlarda zamansız kılındığı gerçeğini görünür kılar. Alanlar söz konusu olduğunda: bilim olgunun nasıl var olduğunun, felsefe kavramlar ile anlamı açık etmenin, tasavvuf tanrısal gerçeklikten sonuç almanın ve tanrısal gerçekliğe göre aynalaşılan bir varoluşta nasıl yaşanması gerektiğinin anlam belirlenimlerine haizdir. Aile, devlet vb. bilfiil gerçekleşip de bilkuvve vücud bulan yapısal alanlar da tanrısal ilkelerin olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşmesinin alan belirlenimleri iken anlamın bilfiilken bilkuvve vücuda geldiği alanlar değerlendirilmelidir. Alanlar bilfiilken bilkuvve vücuda gelen anlamın gerçekleştiği yüklem belirlenimli gerçekliklerdir. Ereğinde herkes için rahmet olması gereken idealde gerçekleşmeleri gerekendir.

En temelde bakan özne iken bakan yönelimli olarak kendinden bakıyor olmanın gerçeğinde/ özünde nicel belirlenimli oluş içinde gerçekleşenin sonuçta tümel belirlenimli gerçekleşiyor olmasının anlamlılığında varoluş bulunur. Varoluş nicel belirlenimli ölçülülükte yaratılıyor olma kaynaklı olarak gerçekleşiyor olsa da her yaratılıyor olanın tümel belirlenimleri ile gerçekleşiyor olması sonucunda varoluş

tümellerde yaşamsal olarak gerçekleşir. Nicel yaratılıyor olmaya rağmen tümel belirlenimlerde deneyimlenir/ yaşanır.

Genel anlamda belirtmek gerekirse: hakikat, yaratım gereği otoriter iken gelecek zaman belirimli olarak belirleniyor olunsa da ilişkilerimizde ucu açık bir varoluş içindeyiz. Olmuş bitmiş olmanın varoluşunda, ucu açık bir varoluş içindeyken her şeye de açık olma durumunda varız. Yaratım olmuş bitmiş ama ucu açık bir varoluş içerisinde… yeniden dokunan, yeniden inşa edilen, yeniden var olmaya açık olarak da gerçekleşmekte.

Derler ki Bahaddin Nakşibendi’nin yanına bir kadın geldi. “Efendi çocuğum yok. Duanıza muhtacız, bir himmet etseniz” der. Hazret “Sana baktık, çocuk yazılmamış” der. Kadın o an yıkılmış, boğazında ukde bakakalmış. Bu durum karşılıklı varoluşta Hazrete de tesir eder. Rivayete göre Hazret “Kadın sana dokuz tane çocuk yazdık” der. Abdullah efendim “Yorum (evladım), her yazının bir silgisi de vardır” derdi. Hazret özünde yükselmiş olduğu üst nur katmanından hareket ile yani Tanrı’dan sonuç almış bir kişi olarak nüfus alanında tasarruf etmiş olarak keramet göstermekte. Karşılıklı var olmanın anlam tesiri bağıntısında birbirinden etkilenmek hak olmak ile beraber gelecekten itibaren geleceğin değiştiği bir oluş içinde varlık sahnesi yeniden şekillenebiliyor. Umut ile korku bu anlamda haktır bunları unutmayın!

Ucu açık yaratım oluşuna bir örnek daha vereyim. Ashap ile veba hastalığına yakalanmış bir yerden geçilecek, Hazreti Ömer’e soruluyor. “Geçelim mi geçmeyelim mi?” O da “Geçmeyelim, şuradan dolanıp gidelim” diyor. Yol arkadaşları “Yolumuz uzayacak ya Ömer, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun? O dilerse hastalık bize zarar vermez.‘’ Hz. Ömer sebepler dairesini iyi biliyor ne güzel bir şey söyler. Der ki ‘’Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine gidiyoruz. ’’ Böylesi karşılıklı ilişkide geleceğin belirsizliği bağlamında da ucu açık yaratım oluşu içinde bulunduğumuzu unutmayalım. Geleceğin belirsizliği, varlık sahnesine kendi olmakta çıkmamızın seçimlerini getirmekte.

Musa nebinin kavminden birisi için de anlatılır. Mülkten bahşedilmiş arazisi çorak ve su kuyusu kazmaya çalışıyor. Bir ara Musa ile karşılaşır ve ondan, çorak arazisinde su olup olmadığın Rabbinden sormasını, öğrenmesini ister. Musa Rabbinden bir haber olarak arazide suyun olmadığını söyler. Orada suyun olduğuna inanmış olarak çalışan, su olduğunun inancı ile kazmayı bir daha bir daha toprağa vurur. Vurur iken su topraktan fışkırır. Musa “Ya Rabbi sen sözünü sadıksın, yalan da ahlakın değildir” dediğinde… Cenabı Allah “Ya Musa! Öyle bir istedi ki -olmayanı- vermemeye haya ettim” der.

Bu anlatılanlar ışığında sorarım. Bizim sorunumuz hakikat kriterince ve elimizde olmayan yaratım sebebi ile vb. özgür irade sorunsalı ve özgürlük sorunu mudur yoksa varlık sahnesinde hakikat izleğinde gerçekleşmesi gereken özgürleşme sorunu mudur? Hakikate bağlı gerçekleşen yaratım bağıntısında özgür irade yanılsamasında özgürlük sorunu diye bir sorun zaten gerçekte yok ve sorun olarak da değerlendirilmemeli. Çünkü varoluş kimsenin elinde olmadan gerçekleşmekte ve elimizde olmayan nice neden ile varlığa katılırken kendimiz olarak katıldığımız izlekte gerçekleşmekte. Çünkü hakikati aynı olma düzeyinde bulmakta değil iken kendimiz olarak varlık sahnesine çıkmaktayız. Hakikat ile aynılıkta bulunup da kendisi olmayanın özgürlüğünden bahsedilemezdi. Ayrıca ayrı değil aynı da değil oluşta, hakikat ile kendi olmayı bulduğumuz içindir ki var olmanın gerçeğinde varlık sahnesine hakikat ile özgürleşme idealinde çıkmaktayız. Hakikat izleğinde özgürce gerçekleşmeyen her yaşam, hakikate yani aslına örtük cehalete mahkûm kalınmış bir yaşam olmaktan öte değildir.

Hakk’tan aldığımız hakikatten aldığımız O’na ait olup da paye aldığımız tanrısallar her neyse bize dair kılınmış olup da pay sahibi olarak kendi olmakta özerk/ kendimiz olarak varlık sahnesine çıkıyoruz. Kendi olmayı ve kendini gerçekleştirme erkini bulduğumuz anda, varlık sahnesinde birbirini tamamlayan karşıtların (hem hem de belirlenimli),

birbirini olumsuzlayan karşıtların (ya ya da belirlenimli) veya uç notada her ikisinin olumsuzlanması gereken karşıtların (ne o ne de o belirlenimli) anlam ilişki bağıntısının oluş belirlenimlerinde kendi olarak bir özgürleşme sorunu ile karşı karşıya kalıyoruz. Özgürleşme ideali dahi yaratımda başkası kılınmış olarak kendi olmanın bir belirlenimi olarak gerçekleşiyor ki her kendi olan kişi kendi olmuş olarak yaratılmış olsun. Kendi olmanın anlamlılığında var olabilsin.

Özgürleşme olarak bulduğumuz, en temelde kendini gerçekleştirme özgürlüğüdür. Doğa ve diğerleri ile varoluşta, hakikat izleğinde hem bilgibilimsel hem de ahlak biçimsel olarak gerçekleşmesi gereken hak olan ile özgürleşmektir. Öteki, kendini gerçekleştirme özgürlüğünü ilişkilerde sınırlar. Doğa, zaten sınırlılık alanıdır… varoluş eşik belirlenimli sınırlarda ve ilke içerikli anlamlılıkta yüklemli belirlenmiş olmanın, var olmanın olmazsa olmaz alanıdır. Kültür ve medeniyet, emek ve miras varlığı olarak tarih varlığı olan insanın değişen zamanlar içinde doğduğu galip düşünce -zihniyet- alanıdır… ki bu anlamda yoruma açık ve ucu açık yaratım etkinliğinde batıla mahkûmiyetinde olabildiği tinsel alanlar olabilmekte. Batıldan kurtuluş, dolayısıyla özgürleşme, bilgiye dair hak olan ve ahlaka dair hak olup da olması gerekenleri -erdemleri- gerçekleştirmek ile olanaklıdır.

Erdemlerin vicdani anlamda kendi olmaya dair özgürleştirici yönü nefsi emmarenin boyunduruğundan yana da özgürleştiren oluşu içerir. Allah’a olan iman, muhabbet, anlamaya açık kılan, başka bir deyişle de yeniden yaratıma açık kılan bir anlama çabası olarak gerçekleşen sükût ve özden gelirken gerçekleşmesi gereken ilkeye eylemde teslimiyet/ gerçekleştirmek bir özgürleşme biçimi olarak gerçekleşir. Allah’ı bilmeyi, anlayabilmeyi, kesinlikte yakin bulmayı, kavuşmayı/ ermeyi olanaklı kılar iken Allah ile tekâmül bulmuş olarak varlık sahnesinde sınırsız var olmak değil, sınırlara aşkın özgürleşme gerçekleşir. Var olmak hakkı gereği özgürce Allah’ta yaşarken Allah’ı yaşamakta tadılır. Kendi olmak, kendi olmak tadında kendinden mutmain olmakta yaşanır. Zaten iman gereği ile ötekine olan duyarlılık da söz konusu

olduğunda ayrıca akıbet ve ahrete göre yaşamak da öncelendiğinde geleceğin miras alınacağı bir oluş içinde selamet bulunmuş olarak özgürlük/ özgürleşme, süreklilik kazanmış olur.

Bütün özgürleşme kategorilerinin en temelde biçim alması gereken özgürlük kategorisi ahirete ve akıbete göre yaşama kategorisidir. Ölüm ile görülen âlem geçişlerine rağmen yaşamın Allah ile sürekli kılınmış bulunuyor olmasında gerçekleşen bir varoluşta gelecek, yaptıklarımızın sonuçları ile karşılaşılan bir oluş içinde bulunmakta. Bu durumda önemli olan, ölümden sonra anlamında öte bir yaşam olan ahiret ve yapılanların bir biçimde bu dünya yaşantısında da bulunduğu (aynalaşıldığı, hesaplaşıldığı) akıbete göre öngörülü yaşamak olmalıdır.

En basit örnek ile: hakkı dışında tüketim malzemesi üretip, ihtiyacın dışına çıkarak sınırları olmayan bir tüketim oluşu içinde tükettiğiniz bir dünyanın sonuçlarına katlanırsınız. Emekten yoksun, şımarıkça ve sadece tüketirken, arzu nesnelerinde savruldukça kendini de tüketenin insansızlaşması gibi bir durum da yaşadıklarımızın sonucu olarak bulduğumuz değil mi?

Emek değer üreten çaba iken anlamlılık çabası olarak gerçekleşir. Emekten yoksun sadece tüketici olan bir karakter belirleniminin özne olarak anlamlı olması, kendini anlamlı kılması beklenemez. Emek sadece değer nesneleri var etmek değil, değer nesneleri üreten öznenin hem olanaklarını açımlarken hem de değer üreten özne olarak kendi alan belirlenimine göre anlamlı kılarken anlam bulduğu, kendini anlamlı kıldığı oluş biçimidir. Anne, baba, sanatçı, filozof, arif vb. daha nicesi olmak, alan belirlenimli olarak emekte bilfiil olup da bilkuvve kendini kıldıkları ile değer biçimsel olarak anlamlı kılmaktır.

Özde olanak/ yetenek olarak bulunanın sonuçta edinilen karakter/ kimlik olarak belirmesi de özgürleşmenin bir belirlenimidir. Sonuçta Allah’ta tam olan tanrısalların yaratılmış olanda istidat artışı olarak kendi olmaya dair bulunuyor olması, tekâmülün olmazsa olmazıdır.

Tekâmül öznel bir olgu olup kişinin ereğine bağlı ne için kılınmış ise ereğinde kendi olmayı bulması anlamını taşır. Ayrıca, tanrısallardan istidatlı olarak istidat artışında yaratım oluşu içinde bulunurken kendi olmayı, tanrısalları deneyime açık oluşta yaşarken hep yeni bir açıdan, tam olma belirlenimlerinde gerçekleştirmek anlamını taşır. Süreç belirlenimli varoluşta her evre, kendi olabilmenin tekâmül evreleri olarak gerçekleşirken kendi olmanın farklı düzeylerde deneyimlenmesini olanaklı kılar.

Her varlık tümeline bağlı ne ise olduğu şeyi hakkı gereği ereğinde gerçekleştirmeyi bulduğunda kendi olmaya dair tekâmül etmiş olarak kendi olmanın tamlığını, olgunluğunu bulmuş olur. İstidat artışı ile de kendi olmayı hep üst ilkesine bağlı olarak yaratıma açık olduğu kadar gerçekleşirken bulma olanağı bulur… ki kendi olmaya dair tekâmül eden her can kendi olduğu kadar kendini tadar, kendi olduğu kadar kendi özünde olanı gerçekleştirip kendi olmaya yükselmiş olandır. Ancak, yaratıma açık olduğu kadar hep yeni bir oluşta kendi olmaya dair yüklem aldıklarını aşma olanağında yeni bir olma veya alan belirleniminde kendi olabilmenin gelişimine açık yaratım oluşu içinde bulunmak, tekâmülün olmazsa olmazıdır. Hem kendi olmaya hem de kendi olarak yeni bir var olma durumuna yaratımda açık olmak; kendi olmayı tatmak, kendi olmayı çeşitlenirken tatmak anlamını taşır. Bunun ile de kalmaz ereğine yükseliş ve ereğine bağlı istidat artışı, yeni bir varoluş durumunda çeşitlenmiş olarak kendi olmayı bulmak, yaratım oluşunda özgürce ve özgünce kendi olmanın hangi yönde gerçekleştiğinin gerçeğini de görünür kılar/ anlamını taşır.

Tekâmül: varsayılan anlam-değer yüklemlerinde gelişim değil, asl olana bağlı olarak kendi olabilme olanağına yükselmek anlamını taşır… ki bu durumda, varsayılan inanılmış gerçeklikleri aşmak için, gerçek olana bağlı olarak eleştirel olmak ve gerçeğin talimine bağlı gelişimde bulunmak, tekâmülün bir gereği olarak gerçekleşmesi gerekendir. Diyalektik oluş içinde gerçekten her sapma da eleştirel olmanın

korunuyor olmasına ve tanrısal olanakların gerçekleştiriliyor olmasına bağlı olarak aşıldığında, tekâmülün bir gereği olarak gerçekleşmiş olur.

Sonuçta, alan belirlenimine göre kimlik olarak yüklem alınan ve karakter olarak deneyimlenen her ne var ise yüklem alınan özdeşlik belirleniminde kendiliğin kendi ile aynalaştığı oluş içinde kendini anlamlı kıldığı varoluş belirlenimleridir. Sonuçta, özümüze bağlı olarak kendi olmayı bulduğumuz ve pratikte gelişim içinde deneyime açık yaratımda bulduğumuz karakter/ kimlik (değer ve ahlak biçimsel) belirlenimli gerçekleşen her ne ise sonuçları itibarı ile kendiliğin kendini kılmak ile kalmayıp, ne olabileceğine dair kendi ile aynalaştığı varoluş -anlam- belirlenimleridir.

Böylesi varoluştan farklı olarak kendimizi özümüzde -vicdanda- kabul etmediğimiz olma belirlenimlerinde de bulunuruz. Kötü ahlaka dair zalimce, acımasızca, haysiyetsizce vb. yaptıklarımız da sonuçta olmaması gerekenleri idrak etmenin bir belirlenimidir. Olması gereken ile aynalaşmanın olanağını verir iken tekâmülün olması gerekeni olan bir belirlenimi olarak gerçekleşirler. Eytişimsel anlamda, yanlışa, kötüye, yalana dair ne yaptık ise ya ders alıp tekâmülün – özgürleşmenin- parçası kıldığımızdır ya da özüne örtük nesnelerinde kaybolmuş olmanın bir belirlenimi olarak deneyimlediklerimizdir. Olumsuz karşıtlar, sonuçları itibarı ile de olması gerekeni işaret ederken kendi olmaya dair aynalaşılan bir oluşta, anlamın eril doğası gereği kılarlar. Yalan söylediğinizde, yalan söylediğinizin dünyasında güven kırıcı sonuçları yok mudur? Güven yitimine sebep verdikten sonra, size karşı temkinli veya onur kırıcı her dönüş o güven yitiminin sonuçları olan bir dünyada sizi kılmaz mı? Kendi olarak yaptıklarınızın sonuçlarına katlanmanız gereken bir oluş içinde geleceği bulmaktasınız. Ayette “Zerre kadar iyilik de kötülükte yapsan seni bulur” deniliyor olması, yapılanların sonuçları ile karşılaşılan, aynalaşılan, hesaplaşılan bir oluş içinde geleceği hep bulduğumuz anlamını taşır.

Gelecek belirlenimli olarak belirlenmiş bir yaşamda gelecek, nasibimize doğru yürüyüş yaptığımız olarak bulduğumuzdur. Böyle olsa da varlık sahnesinde kendi olmakta yaşamaya devam ederken karşılıklı varoluşa bağlı olarak geleceğin bizim ile biçimlenmesi de söz konusu olur. Yaptıklarımız ile biçimlenen bir gelecek de miras aldığımızdır. Hz. İbrahim miraç olayında “Ümmetine söyle! ‘Subhanallahi velhamdüllahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber’ zikretsinler. Cennet toprağı (gelecek) bereketlidir. Bu zikir ile ağaç ekmiş olsunlar.” Güzel bir sözün güzel bir ağaç ile tasvir edilip de temsil edilebildiği bir oluşta geleceğinize, kendinize ve başkalarına dair miraslar bırakırken dokunmak ile geleceğinizi miras alabilmek olanaklıdır.

Hz. İbrahim Miraç’ın gerçekte gerçekleşmiş olduğunun da bir kanıtını bize bildirmiş olur. “Güzel bir ağaç güzel bir söze, güzel bir söz de kökleri göklerde olan güzel bir ağaca benzer” ayet meali ile bakıldığında yaşananların temsil edildiği/ edileceği bir gelecekten de haber verilmiş olunur. Elbette gelecek önümüzde yaratılıyor olarak yürüdüğümüzdür ama katmanlı varoluşta kendisine dokunabilecek, biçimleyebilecek kadar da yaratıma açık oluş içinde bulduğumuzdur. Miraç ile bu gerçeğe de dikkat çekilmiş olması önemlidir. Hz. Muhammed’in Hz. İbrahim ile geçen miraç olayı diyaloğunun ayet karşılığı var iken miraç olayının gerçekliğini, modern yaşamın nicele dair sığca yaklaşımları sebebi ile hiçe saymak anlamsızdır.

Yaşananların sonuçları olan bir evrende sonuçlara göre öngörülü olarak hakikat ile selamet bulma izleğinde özgürleşmenin sürekli kılındığı bir yaşam neden olmasın? Salihler dediğiniz kimler ki geleceği miras alanlar değil mi? Allah’a dair sonuç almalarda nimete ermiş olarak özgürlüğü kendi olmakta Allah ile bulmuş olan bilgeler değil mi? Nimete erenler, öndekiler, fırkayı naciye de denilenler onlardan öte birileri de değil. Geleceği miras almak diye bir şey var. Buna dair olarak “Önceden gönderdiklerinizi yanımızda bulacaksınız” diye ayette var.

Nereden nereye geldik, anlamlılık konusuydu değil mi? Hakikat, yaratım, özgür irade, özgürlük, özgürleşme, gelecek, ahiret ve akıbet derken nasıl anlam akışlı bir oluş içinde var olduğumuza ayna tutmaya çalıştık. Söz varlık aynasıdır. Bu anlamda yeniden kavramlaşmalara giderek felsefi anlamda metafizik çizgide dilde gerçeğe ayna tutmak ile var olmanın gerçeğine uyanma/ uyandırma çabasında bulunduk. Derin bir âlem uykusundayız ki uyanmaya da ihtiyacımız var. Elbet uyku, içinde bulunduğumuz dünyanın gerçeği olarak bulduğumuz ama ölüm ile dünya uykusundan uyanmadan önce uyanmak da olması gereken değil mi?

Kehf suresindeki bahçe sahiplere bakın! İmanı zayıf veya olmayan, tevhitten uzak olan bahçe sahibi bahçesini önüne alır. “Benim malım, benim mülküm” edasında kendine mal ederken hakikate gafil yaşar. İman ehli olup da tevhid bilgisi olan ise mülkün Allah’ın olduğunun idraki ile emanet olduğunu bilmekte. Şişirilmiş benliğe izin vermeden gerçeği ifade etmekte. Güzel olanın Allah’tan olduğunu bilmek ve anmak ile hayırlı olacağı ve doğru yaşanacağı bir yaşamı temsil ederken görünüşe taşımakta. Hikâyeni olay-ilişki örüntüsünde dünya yaşamının fani olduğu ve Tanrı’nın hakikatine tutunarak savrulmamak gerektiği vurgulanır. Savrulan gafiller ise yaşananların sonuçlarına katlanacakları bir gelecek ile karşı karşıya kalırlar. Cenabı Allah Kehf suresinde dünya hayatını neye benzetir? Mealen belirtmek gerekir ise: “Gökten bir yağmur indirmişizdir ondan bitkiler bitirmişiz… sonra bir kuraklık vurur, bir güneş vurur da bitkileri kuruturuz yok olup gider.”

Peki kaç yaşındasınız? Kâinatın sonucu olarak kâinat ile aynı yaşta olduğunuzu söyleye bilirsiniz. Dünyevi olarak kaç yaşınızda olduğunuzu da belirtebilirsiniz. Kaç yaşında olduğunuz değil, geçmişe dair elinizde neyin olup olmadığı önemlidir. Bugün varsınız, geçmişin hepsi yok olup gitti değil mi? Geçmiş, miras aldığınız ve anılar olarak biçtiğiniz kadar var. Kendi olmaya dair sizi siz kılan geçmişe dair deneyimleriniz, deneyime dair kendinizi kılmış olduğunun kişiliğiniz elbet geçmişin izlerini taşır. Geçmişin, bir birikim olarak enformasyon ilişki

bağıntısında görünüş bulduğun bir belirlenimdir. Geçmiş denileni miras olarak değil de bir olgu olarak elinizde tutmak ise mümkün değil. Zaten var olmaya dair hareket sürekliliğinde zamanı kim elinde tutabilir ki? Zaman her daim süreksizliğe gebe bir oluş içinde gerçekleşen akış ise var olma çabası ile akışa katılmanın kaçınılmazlığında varız. Bu durumda fani olan yerine Baki olan ile yaşamınıza yön vermemiz gerekmez mi? Hakikate tutsak, hakikat ile özgürleşmek olması gereken değil mi?

Bizim ahirete ve akıbete imanımız var. Ahirete itikadımız değil, imanımız var. Allah nasıl dedi ise öyle bulduğumuz/ bulacağımız bir gelecek var. Çünkü birçok deneyime açık durumu ile talim etmiş olmakta yakinen biliyoruz. Bugün yakinen bilmenin sorunsal kılınıyor olmasına da tanığız. Keşfi bilmek bazı çevreler tarafından kabul görmüyor. Deney-gözlem-ölçüm paradigmasında bilimsel metot öncelenmekte. Aletlerle araçsal yapılanın, farklı belirlenimlerde öznellikte keşfi anlamda yapılabiliyor olmasına uzak olanlar olsa da keşf ile bilmek diye bir gerçeklik var. Bir kişi veya iki kişi… kaç kişi olduğu önemli değil. Keşfen bilmek yani deneyime açık talim edebilmek bir kişide dahi gerçekleşmekte ise böylesi bir bilme biçiminin olduğunu göstermesi adına önemlidir. Kadim bilgelik tarihi keşfi bilmenin gerçekliği ile doludur. İnkâr ettiğinizde, inkâr ettiğiniz şeyin gerçekliği yerinde duruyor iken inkâr etmekte inat etmenin doğru olarak bir anlamı var mıdır?

Peki Hz. Pir Muhammed Osman Sıraceddin Sani üzerinde yapan çatan kim? Gülseren Anneye “Sana Sakine’yi göndereceğim” diyen pirimde de nasıl bir fail mutlak iş görmekte? Sakineyi, Gülseren Anneyi de hikâyelerinin olay-ilişki örüntüsünde daim yaratım oluşunda faili mutlak olarak var eden -yaratan- kim? Bu, tevhit meselesini anlamanız için de önemli bir konu. Yaratıcı etkinlikte yaratımın temsil-tasvir, anlam-değer, içerik-biçim, ölçü-niteleme-gerçekleştirme, izafiyet ve indireme metafizik oluşu içinde her ne gerçekleşmekte ise Allah ile gerçekleşmekte. Hz. Pir’in olayından yani anlattığım hikayesinden

itibaren de düşünün… tevhide dair ayeti kerimlerde şöyle ifadeler görmekteyiz. ‘’Öldüren ve dirilten de O’dur. Hidayet veren ve delalete düşüren de O’dur. Görücü ve duyucu kıldık. Size verdiklerimizin fazlasından…” gibi ayetlere dikkat edildiğinde Faili Mutlak bir yaratıcının olduğu görülür. Her yaratılan da hikâyesinin olay-ilişki örüntüsünde O’nun Tanrı olması hikâyesine katılır.

“Öldüren, dirilten de O. Hidayet veren, delalete düşüren de O” değil mi? Peki yaşama, ölüme, hidayete veya delalete dair gerçekleşenlerin ara sebepleri nelerdir? Hidayete ne sebep veriyor? Delalete ne sebep veriyor? Ölmemizin ve yaşamamızın ara sebepleri nelerdir? Kazalar, hastalıklar, para, maddenin yapısallığı, gıdalar, birbirimiz ile ilişkilerimiz ve ilişki biçimlerimiz vb. birçok ara neden gösterilebilir. Sonuçta ise hep Faili mutlak olanın, yaratım ereğinde irade ettiği ne ise o gerçekleşir. Ara nedenler, ilkenin ereğinde gerçekleşmesinin aracı olmaktan öte durmaz. Her bir ara neden üzerinde kendi fail olarak, sıfat ve karakter/ kimlik belirlenimlerinde gerçekleştirip de görünüşe taşıyan yaratıcı olandır. Yaratıcı etkinliğe katılanlar da başka bir yaratımın parçası olarak O’na yaratım etkinliğinde katılmış olarak kendi olmakta hikâyelerini yaşarlar.

Sonuçta Azrail canınız almakta iken veya bir kazada, kalp krizinde ölmek nasipte var ise her ara nedenin üstünde fail olan yapıcı bir yaratıcı var. Para veya eşiniz, arkadaşınız, delalete düşmenize veya hidayete ermenize vesile olabilir. Ancak hidayet veya delaleti faili mutlak olarak mümkün kılan yaratıcı Allah’tır. Bilfiil enformasyon ilişki bağıntısında bilkuvve vücud vermelerde yaratımda bulunan hep O’dur. Bizler ara nedenlere bakar iken fail ve erek nedene örtük her şeyin birbirinin gerçekleşmesinin bir ara nedeni olduğunu görmekten uzağız.

Hidayet veren ve delalete düşüren de O ama bizim hidayetimize ve delaletimize vesile olan birçok ara neden var. Ara sebeplerin gerçekleşmesinin asli nedeni, aşkın faili olan ise Allah’tır. Öyle ise bu gibi ayetler ile bizden istenen ara neden anlamında vesile olanlara

aşkın fail olan yapıcı, yaratıcı Allah’ı gerçekleştirdikleri üzerinden görebilmek ve tanımaktır. Öldüren ve diriltenin O olduğunu bilmek ve böylesi O’nu tanımak. Azrail’i değil de fail olduğu işte O’nu görebilmek. Tehvid her şeyi Allah görmek değil, Allah’tan olarak gerçekleştiğini görmek ise kullar arası ilişkide her şey birbirine vesile kılınmış olarak vücuda gelmektedir. Bir hikâye veya anlamlılık değil, yaratılmış olanların sayısınca hikâye ve çoklu anlamlılık vardır. Böyle iken Allah ile aramıza vesile kılınmış olan sebepleri perde kılmış olmayalım. Perdeleri bilelim, tanıyalım, kullanalım ama gerçeğe örtülerimiz olmasın.

En basit örnek ile rızkı veren Allah iken rızkı göreceğiz ama vereni de bilip tanıyıp görmemiz gerekmez mi? Tevhit sebeplere aşkın tanrısal gerçekliği görmenin ilmidir… ama ara nedenlerin anlamından yitik, gerçekleşiyor olmalarının gerçeğinden kopuk olmak anlamını taşımaz. Her şey Allah ile Allah tarafından gerçekleşmekte iken ara nedenlerin yabancısı olmak da Allah’tan gafil kalmış olmanın bir belirlenimi olarak gerçekleşir. Bu durumda ara nedenleri hiçe saymadan tanrısallığa haiz gerçekleşen her ne ise bilmeli ve tanrısalları olması gerektiği yönde gerçekleştirmenin hizmetinde olmamız gereklidir.

Allah ile anlamlı olan bir dünyada Allah ile de bakabilmeyi, görebilmeyi öğrenmek, edinmek gerekir. Musa gibi neden-sonuç ilişkisinden mi Hızır gibi erek-neden bağıntısından gayeyi de içermiş olarak mı anlamlı baktığımız bir dünyaya mı bakmamız gerek? Her iki bakışımın da yerindeliğini bilerek ikisine de yabancı kalmadan anlam edindikçe, yaratıma açık anlamlı kıldıkça görmeyi öğreneceğiz. Meleklerin kan dökecek birisi olarak gördükleri insan/ insanlığa bakışlarında bir anlamlılık olduğu gibi insanın tarihsel yürüyüşünde tanrısalları ile görünüşe gelen Allah’ın insan ereğinde murad ettiği gerçekliğin anlamlılığından da insanı/ insanlığı görmek var. Diyalektiğin de yaratım oluşu anlamında bir ara neden olarak gerçekleştiğini bilmek de var. Zaten ara neden denildiğinde ereğe bağlı gerçekleşmekten kaçışın olmadığı bir varoluşta bulunuyor olunduğunun anlamına da uzak değiliz.

Artık, Allah ve gerçekleştirdikleri ile barışmanın vakti değil midir? O’nu bildikçe ve gerçekleştirdiklerine bağlı olarak anladıkça barışmaya daha yakin oluruz. Sen ve ben değil de Sen ile ben olmakta varoluşu karşılıklı aynalaştığımız bir oluş içinde birbirimiz için olmakta buluruz. Barışmak uzak değil. İman, sevgi ve sükût ile yeter ki Allah’ı anlamaya bir adım atmış olabilelim. Varoluştan razı, yaratıcısından razı olarak karşılıklı var olabilmekte de birbirimizden rızayı bulmuş olarak kendi olmaktan hoşnut yaşayabilelim.

Mesele ne? Mesele sizsiniz varsınız ve ne, nasıl ve ne için olduğuna bağlı olarak gerçekleşen anlamlı oluşunuzda kendi anlamınıza yabancısınız. Ne için olduğunuzun anlamı, ne ve nasıl olduğunuzu da ereğine bağlı belirli kılar iken ereğe bağıntısına yitik sebeplerde kaybolmayı veya savrulmayı tercih ediyoruz. Diyalektik varoluşun gereğinde bu da gerekli ama amaç edinilmeyecek kadar bizi gerçeğe gafil bırakan bir durumda inat ile durmamız gerekli değil.

Şunu da belirtmek isterim ki: Anlam, Tanrı’nın gözleri gibi var ettiğidir. Anlamın metafiziğini yani eril, dirimsel, yüklemsiz sadece kendi yükleminde biricik olarak görmeye eyler olduğunu bilir isek anlam ile gördüğümüz bir dünyada anlam ile inandığımız bir değer dünyasını yaşadığımızı da anlarız. Anlam Tanrı’nın kudret dairesinde kendisi için yaratmış olduğu gözleri misali… anlaşıldığında Tanrı’nın gözleri ile olan biteni görmek, anlamak, dolayısıyla da Tanrı’yı da anlamlı baktığı yönde olan biteni ne için kıldığı üzerinden anlayabilmek olanaklıdır.

Kendi ile dolu olmanın yalnızlığında doğan yaratımda kendi olmanın anlamında var olunmuştur. Yalnızlığa inat, enformasyon ilişki bağıntısında varlıkta yaşam anlamlılıkta gerçekleşir. Varoluş kendi ile anlamlı olmayı içerir iken değer olarak yaşanır/ deneyimlenir. Varoluşun derinliğine anlam ile inildikçe de kendi ile dolu biricik olanın yalnızlığında doğan yaratımın sürekliliğin ne için olduğunu da anlarız. Varoluş çabası içinde ne için var olma anlamını, değer olarak gösterme

yaratım etkinliğinde bulunuyor olduğumuzu da Tanrı ile anlamış oluruz. Onda gerçekleşenden nasipli olarak insan olmakta Tanrı’yı deneyimlediğimizi anladığımızda Tanrı’nın o kadar uzak ve anlaşılmaz olmadığını da yakinen bilmiş oluruz. Böylece O’nun ile ve gerçekleşenler ile barışmaya, var olmak ile barışmaya daha açık bir yaratım oluşu içinde bulunabiliriz. Rıza ile de karşılıklı yaratım oluşunda anlamaya açık oluş içinde birbirimiz ile hemhal olarak birbirimizi anlayabiliriz.

Söz konusu hakikat ise hakikate ait olup da yaratılmış olanlara dair kılınmış olan tanrısalları yaşarken fakr olarak yani sahipliği bizde olmayan ile varızdır. Bir şeye sahip değil ama kendi olmaya dair kılınmışlar ile kendi olmayı bulan her yaratılmış olan, varoluşsal düzeyde fakrı, var olmanın doğası olarak bulur. Fakrı, var olmaya dair bir idrak ve emek ile hak edilen kazanımların paylaşılmasında ahlak edinir isek Tanrısal bereketten nasipli olarak Tanrı ile özgürleşen ve özgür olan canlar olarak özgürlüğü sürekli kılabiliriz. Fakr ile edinilen selamet ve bereket, Tanrı ile özgürleşmenin yoludur.

Bilirim ki hakiki varlık anlamında Tanrı kendi ile dolu ahad -biricik- ve yanında başkası veya başka bir şey olmadan kendi ile var olan iken kendi varlığına ortağı bulunmayandır. Kendi ile dolu olan kendi varlığı ile kendi olmakta yani varlığının hem nesnesi hem de öznesi iken kendi ile anlamlı olandır. Kendi ile dolu olmanın yalnızlığında kendi ile anlamlı olmak vardır… ki kendi ile dolu olmaya yitik, nesnelerinde anlamsızlığa

-boşluğa- düşerken bulunan yalnızlık ile kendi ile dolu olmanın anlamlı yalnızlığı birbirinden farklı iki yalnızlık durumudur.

Kendi ile dolu olmanın gerçeğinde varlığa ortak olmak söz konusu değildir. Kendinden yarattığı ve kendisi ile şahıs olmanın biricikliğinde kendi ile dolu olmayı bahşettiği her can da varlığı gereği ortak kabul etmeyendir. Başka bir deyişle de var olmak vekaleten gerçekleşen, yaşanan, deneyimlenen değil, bizatihi her canın kendi olmasında deneyimlediğidir. Varlığına ortak kimse bulmadan yaşamsal olarak

bulduğudur. Varlık ortak kabul etmez ama varoluş kendi olma çabasında ve karşılıklı varoluşta sürekli kılınıyor iken emeğin paylaşımı ve birbirine katılıyor olarak var olmakta varoluş ortak gerçeklik olarak bulunur.

Sen ile ben olmanın gerçeğinde varoluş birbirine açık olmakta, katılmakta gerçekleşir iken var olmak sen ile ben olmanın aynalaşılan derinliğinde ortak bir gerçeklik olarak gerçekleşir. Yaratan yaratılan ile Tanrı olmakta, Kulları üzerinden Rabb belirlenimleri ile görünüş bulmakta. Karşılıklı varoluşta karakter/ kimlik belirlenimli olarak varoluş ortak gerçeklik olarak sen ile ben derinliğinde gerçekleşmekte. Sen ile ben, var olmak ne güzel! Bütün zorluklara, acılara rağmen sen ile ben biz olmakta gerçek isek var olmak ne güzel! Bütün alanlar sen ile ben olmanın/ olabilmenin renkli ilişkisinde gerçekleşir iken hem beraberce var olmanın alanları hem varlığa hem hakiki varlık anlamında Tanrı’ya tanrısal belirlenimlerini gerçekleştirir iken tutunma biçimleri olarak gerçekleşir. Ben olmaya elbet ortak yoktur ama sen ile ben olmak ortak bir gerçeklik olarak gerçekleşir.

Dikkat ederseniz: sizlere ne kadar varsınız yoksunuzu konuşmadım. Siz varsınız, hakikatten ne kadar pay aldıysanız o kadar varsınız. Böylesi var iken fakr idrakinde mi var olacaksınız yoksa zanlar, sanrılar içinde mi yaşayacaksınız… ki hakikatin şuuruna örtük ve güzel ahlaktan kopuk yaşam zulmette bulunmak iken hak edilmemiş yaşamdır. Güzel ahlak öteki için de var olduğun rahmet ahlakıdır ki var olmak diğeri için de olmak ile hak edilebilir. Hakikat ise biricikliğinde ortağı olmadan kendi olmanın gerçeğinde deneyimlenir.

Bu durumda sen yoksun değil, hakikat ile neden bağıntısında mümkün kılınmış bir gerçeklik olarak elbet varsın. Varlık sahnesinde de diğer var ile varlığa ortak olunmadan birbirine katılmanın enformasyon ilişki bağıntısında neden bağıntılarında bilfiil gerçekleşirken bilkuvve gerçekleşmektesin. Neden bağıntıları içinde sen varsın… varlığın ortak kabul etmez biriciklikte kendine kendi olmanın gerçeğinde

gerçekleşiyor olarak var iken nasıl yokum diyebilirsin? Yokluğu ancak itibari anlamda fakr olarak var olduğunun gerçeğini ifade etmek için kullanabilirsin. Fakr olmak Allah ile varım demektir. O’na ait olanların bana dair kılınmış olmasında bilfiil gerçekleşir iken bilkuvve var olmaktayım anlamını da içerir. Ben Allah’ım, Ben yokum Allah var anlamını taşımaz. Allah ile kendim olmaktayım anlamını taşır. Seyri seferde nurun şahıs olma mertebesinde fakr terk konusu olduğunda zaten o mertebede Allah var.

Madem hakikat ve yaratım bağıntısında var olmak elimizde olmadan

gerçekleşmekte öyle ise cennet ve cehennem ne için?

Diyalektik oluşta her can kendi olarak varlık sahnesine çıkarken gerçekleştirdiklerinin öznesi olarak gerçekleştirdiklerinin sonuçları olan bir oluş içinde kendi olmanın sürekliliğinde bulunur. Bu durumda yaşananların sonuçları olarak varlığının ve yapılanların sorumluluğunu üstlenmek adına ceza ve mükafat hak olur. Zaten ceza ve mükafat aidiyet ve sorumluluk bağıntısında kişilik ve karakter gelişiminin de önemli bir olgusudur. Madem yapılanların sonuçları olan bir evrendeyiz öyle ise ya sonuçlara göre yaşamayı öğrenip sonuçta huzur ve selamet bulacağız ya da sonuçlardan gafil olup aymazca yaşarken sonuçlarına katlanacağımız zillet, acziyet, sefalet içinde öngörüsüz olduğumuz bir hayatı yaşayacağız. Yani sonuçta ya cenneti ya da cehennem hak etmiş olarak ya cennet ahalisinden ya da cehennem ahalisinden olunur.

Ayrıca belirtmek gerekir ki cehennem sadece adaletin görünüş bulduğu değil, hakikat şuuruna örtük olmanın giderildiği, ahlaki anlamda olması gerekenin hatırlandığı yer olarak terbiye ediliyor olmanın yeridir. Zûl Celal-i vel İkram tanrısal ismi gereği Rabbi ile kendi olmayı terbiye olmuş olarak bulmayanlar, hak ettikleri sonuçlar ile terbiye olmayı bir biçimde bulurlar. İlim-talim-terbiye-tekâmül sürecinden bakıldığında, ilahi sıfatlarda kendi olmaktan yana tamlığı

Allah’ta bulmuş olarak terbiye ve tekâmül etmiş olmanın gerekenlerinde yaşamak gerektiği anlaşılır.

İlkenin erek belirlenimli olarak gerçekleşmesinin sürecinden sapmış olmak, yeni bir süreç belirleniminde hesaplaşmayı hak kılar. Amaçta ilkenin -anlamın/ sözün- ereğinde gerçekleşmesi söz konusu olmakta ise farklı zaman kuşaklarında ve farklı biçimlerde ilkenin gerçekleşiyor olması, aynalaşmanın kaçınılmaz olduğu varoluşta kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Yani cehennem sadece ceza-adalet bağıntısında anlamlı kılınacak değil, ilke-gerçekleşme-aynalaşma, terbiye-tekâmül bağıntısında da değerlendirilmesi gerekendir.

Sonuçta ise hesabını terbiye olmuş olarak ödeyen her can, cennetin yani huzur ve selametin kucağında kendini bulur. Sonsuza kadar cehennemde kalacaklar için de belirtmek gerekir ise cehennemde ebedi kalacak olanlar, cezadan daha çok “Her şey aslına rücu eder” esası gereği, halkı olduğu mekâna iade edilmiş olarak ait olduğu yerde ikamet etmiş olur. Ebedi cehennem ehli cehennem ümmeti olarak cehennem halkından başkası değildir. Her cezadan sonra da kendi olmanın ve çevresi ile uyumlu olmanın gereğinde, içinde bulunulan mahalin halkı olmak kaçınılmaz olur.

Elbet cennetin de halkı var. Elbet Allah’ın kendisine seçkin kıldığı Allah için olan velileri de var. Küfrü ile cehenneme -aslına- yürüyen de var. Cennet talebinde cennete yürüyenler de var. Allah’a aitiz ve Allah’a geri dönücüleriz deyip de Allah’a erenler de var. Refiki ala olan illiyunun temsilen görünüşe geldiği insanlar dahi var. Her varlık bu dünyaya var olmaya gelmekte. İnsan sıfatında görünüşe gelen birçok varlık ve varlık mertebesi var. Artık dileyen cehennemin, dileyen cennetin, dileyen ise illiyundan olmanın hakikatine yolculuk eder.

Allah yapmış bitirmiş… öyle ise benim bir günahım yok veya Allah yaptırdı deme lüksünüz yok. Çünkü Allah yaptırdı dediğinin sonucu var. Ahiret ve akıbete göre yaşamak, geleceğe göre öngörülü yaşamak

demektir. Yaşananların sonuçları olan bir dünyada, olmuş bitmiş olanın sonucunda var olmayı bulmuş olsanız da sonuçlar sizi kendi olmanıza eyler iken kendi olarak katıldığınız bir varlık sahnesinde var olmayı bulursunuz. Sonuçlar sizi siz olmaya, varlığınızın ve yaptıklarınızın sorumluluğunu üstlenmeye eyler. Elbet vicdan uyandı ise gerçekleştirdiklerinizin sorumluluğunu üstlenmeniz söz konusu olur. Vicdanı uyanmayanlardan ise varlığının, gerçekleşenlerin, diğerlerinin sorumluluğunu üstlenmesini sadece bekleyebilirsiniz. Geleceğe dair nereye ait yaratılmışsanız oranın halkı olmaya doğru yürüdüğünüz bir yoldasınızdır. Her yaratılmış olan da nereye ait yaratılmış ise sonuçta orası ile uyumlu bir varoluş bulur. Bu durumda Allah’a ait olup da Allah’a geri dönenler daha düşük bir yaşamdan kurtulmuş olmanın izzetinde diğerlerinden elbette daha kazançlıdır.

Kendinizi ne ile nitelemekte, gerçekleştirmekte iseniz öyle kılmış olarak vücud bulmaktasınız. Öyle ise kendinizi, gerçekleşmesi gerekli olan ilkelerde gerçekleştirmiş olarak şerefli olan güzellikler ile niteleyin ki sonuçta kendinizden razı olmuş olarak yaşayabilesiniz. Gerçekleştirdikleriniz nitelik kazanmanızı olanaklı kılar. Bu durumda kendinizi alim, sanatçı, filozof, anne, baba vb. kim olarak görmek isterseniz öylesi bir emek içinde olmak istediğinizi hak ederek bulun… ve hak ettiğiniz ile nitelenmiş olarak kendiniz olun. Zaten yaşananların sonuçları olan bir dünyada gerçekleştirdiklerinize bağlı olarak nitelenmiş olmakta kendi olmayı er ya da geç hak etmiş olduğunuz ile bulacaksınız.

Kendiliğe yüklem aldığınız karakter/ kimlik belirlenimleri kendinizi anlamlı kılmış olarak değer biçimsel görünüşe getirmenizin belirlenimidir. Emek ile yaratıcı etkinliğe katılın ve kendinizi ne ile nitelemek istiyorsanız o kılma çabası içinde olun. Bilfiil gerçekleştirdikleriniz üzeri bilkuvve kendiniz kıldıklarınız, kendiliğe yüklem almış olarak kendinizi ahlak biçimsel gerçekleştirmeniz anlamını da taşır.

Gerçekleştirdiklerinizin öznesi ve yüklem almaya açık oluş içinde kendiliği kıldıklarınız, kendi olduklarınız ile kendi olmayı görünüşe getirmekte iken ahlak biçimsel olarak değer biçimsel anlamda kendinizi anlamlı kılışınızdan kaçışınız yok. Bu durumda nasıl bir ahlakınız olması gerekiyor olduğunu düşünmeniz icab eder. Çünkü yaşadıklarınızın sonuçları olan bir dünyada ahlak biçimsel olarak nasıl yaşaman gerektiğinin sorusu hayati bir sorudur. Mahkûm olacağın bir sonuç mu, yoksa selameti bulduğun bir dünyanın içinde mi olacaksın? Kendini anlamlı kıldıkların sadece anlamlı kılmak ile kaldığın değil, gelecek olarak hayati anlamda anlam dünyanı belirli kılacak bir oluş içinde olmaya seni eyler.

*

Söz konusu anlamlılık ise anlamlılığa dair birçok görüş var. Gerçekte anlamlılığın olmadığı, anlamlılığın insanın bir yanılsaması olarak kabul edenler olduğu gibi anlamlılığı varoluşun mahiyeti olarak değerlendirenler de elbet var. Anlamsız bir şeyin olmadığı, gerçeğin anlam belirlenimli mahiyetler/ içeriklere haiz gerçekleşmekte olduğunu da bu anlamda gözden kaçırmamak gerekir.

Bugün dışarıda anlam yok diyenler de var. Dünyadaki çeşitlilik ve çeşitlilikte beliren farklılıkta tümel belirlenimli varoluş, bize bir anlamlılığın olduğunu işaret eder. Çiçeklere bakın! Bir çiçek yerlere sermiş kendini, bir çiçek göklere doğru uzanmış. Her şeyin tümel belirlenimli olarak bir şey olmak ile nitelenmiş yaratılıyor olmakta varoluşa/ görünüşe geldiği oluş içinde anlam, var olmanın mahiyeti – içeriği- olarak, olanın/ gerçekleşenin özsel niteliğidir… ki var olmak varoluş belirlenimleri ile anlamlılığa haiz gerçekleşir. Salt duyusal algıda nicel belirlenimli bir evrene tanık iken başkası ve farklı olmakta duyulanın tümel belirlenimleri ile dilde nitelenmesi, mahiyetinin öznellikte karşılanıyor olmasından açık edilmesidir.

Duyusal algıya bağlı olarak öznede güzel ideasının ruhsal karşılanıyor olmasında ve kendi için iyi, doğru olanın belirleniyor olmasında da duyularda karşılanın değer biçimsel olarak anlamlı bulunuyor olması yaratım oluşunda bulunulur. Var olan kendi olmanın anlamlılığını taşırken ve genel içinde yerindeliği ve gerekliliğine göre anlamlılık taşırken öznelde bu anlamlılığın nasıl yaratılıyor olarak karşılanıyor olduğunu ifade etmeye çalışmaktayım. Elbette nicel belirlenimli olanın yine nicel belirlenimli etkileri sonucunda duyumsanan bir oluş içinde bulunulmakta. Ancak, yaratımın nicel belirlenimli olması; olanın, olan bitenin anlamsız olduğu değil, bilakis birbirini nicel belirlenimli karşılayan gerçeklikler arasında gerçekleşen anlam akışında ve yeni anlam değerlendirme biçimlerinde, esas olarak anlamlılığın gerçekleştiğinin göstergesidir. Nicel belirlenimli nesnellik zemininde nicel belirlenime rağmen değil, nicelliğe aşkın tümel belirlenimli olarak varoluş anlamlılığa haiz gerçekleşir… her anlam, anlamlılığa haiz olarak deneyimlenir.

Bilmenin analitik gerçekleştiği oluş içinde de bilmek, anlam belirlenimi olarak öznellikte karşılık görür. Varlığın çoklu anlamlılıkta ve çeşitlilikte görünüş bulduğu katmanlı ve sibernetik oluş içinde anlam, çoklu gerçeklik belirlenimi olarak bulunması gerekendir. Söz konusu yaratıcı öznellik ise anlam bir anlam madencisi gibi sadece aranıp da bulunan, öznellikte karşılanan değil, yaratıcı öznellikte yorumbiçimsel bağıntılarda yaratıma açık kılınandır. Bilmek analitik anlamda anlamın açık edilme biçimi iken yorum yeniden anlamlı kılmanın, anlam yaratabilmenin olanağı olarak değerlendirilmelidir.

Sonuçta dışarda anlam yok diyenler, olan bitenin evrensel düşünce alanında gerçekleştiğinin idrakinden yoksun… yaratımın, anlam içerikli ve anlamın biçimlendiği tümel belirlenimlerinin mahiyeti olduğu gerçeğinden yoksun bakmaktalar. Dışarıdaki anlamlılık sende uyanıyor… sen görüngüleri duyum ve idea (güzel, iyi, doğru) belirlenimli varoluş nesnesi olarak ve dilde karşıladığın yüklemleri ile

refleksiyon oluşunda niteliyorsun. Anlam tümel belirlenimli ve olay-

ilişki örüntüsünde açık olurken anlamsız gerçekleşen hiçbir şey yoktur.

Burada unuttuğumuz; bizlerin de genel yaratım dairesi olan doğada anlamlılığa içkin gerçekleştiği ve anlamlılığa dair gerçekleşen yaratım oluşunu karşılayan nesnel ve öznel bir yapıya haiz olduğumuzdur. Bizim gül dememiz ile gül gül olmuyor. Gülün gül olma anlamını öznellikte kendimize aşikâr kılıyoruz. Ağaç derken ağaç olma niteliği olanı tümel belirlenimli olarak ne olduğuna dair kendimize görünür/ aşikâr kılmaktayız.

Dilin aynalaşmaya dair yüklemlerde olanı, olan biteni tanımamızı, tanıtlamamızı olanaklı kıldığı görülür. Bilmeye dair oluşta dil, dolayısıyla us ile biçimlediğimiz bir evrene bakmaktan öte, dil/ us ile gerçekliğini karşılamış olarak aynalaştığımız bir evrene bakmaktayız. Bu anlamda klasik felsefenin haklılığını teslim etmek gerekir. Elbette, yoruma dair baktığımız evren, yorumlanmış/ yaratılmış dünya olarak kendimize göre modellemiş olarak baktığımız dünyadır. Gerçekte doğru olan ile bildiğimiz evren ise zaten katmanlı oluşta gerçekleşen karşılıklı var olmakta aynalaştığımız evren iken dil dolayımında karşılamış olarak bulduğumuz evrendir.

Dil; anlam-değer, temsil-tasvir, indirgeme-izafiyet vb. metafizik tümelleri ile yüklem alınmış özdeşlikte değişen enformasyon bağıntısında aynalaşılan bir evren oluşunda bizleri kılar. Bunun ile de kalmaz, iletişimin nesnesi olmaktan ileri, anlam-değer, duygu-irade yüklemleri ile karşılıklı varoluşta yüklem almaya açık öznenin yaratıma açık olmasında yaratım erkine haiz meleke olması ile varoluşu biçimler.

Dil; tümel belirlenimli yüklemlerde, anlam yüklemli bir evreni görüyor olmayı olanaklı kıldığı gibi yorumbiçimsel oluşta yaratılmış dünyalara da bakmaya eyler. Öznesinin -anlam-değer yüklemleri almaya açık olması sebebi ile de değişen anlam-değer akışında öznenin yaratıma açık olmasının bir belirlenimi olarak gerçekleşir. Gerçekleştirdikleri

üzerinden dil ile kendini niteleyen özne, dil ile yaratım oluşunda kendini kıldıkları/ oldukları ile kendini görünüşe getirir.

Dil; tümel belirlenimli varlığı tümel içerikli anlam/ bilgi yüklemlerinde görmenin olanağı olarak varlığı mahiyet belirlenimlerinde görmenin olanağı olarak kendinde anlamlı olan bir evrene bakıyor olmanın en temel olanağıdır. Dil farklılıklarında da fonetik ifade biçimleri farklı olsa da anlam korunuyor olarak nesnesi ifade edilir. Bundan dolayı diller arası tercüme yapabilmekteyiz. Metafiziğe dair üst dil oluşumunda dahi esas olan anlamlılık olup tümel olan evrensel gerçeklikler veya olgunun genel gerçekleri dilde anlam bağıntısında karşılanmış olarak ifade edilir. Tercümeye de açık olarak anlamlılığını üst gerçeklik olarak korur.

İnsana, olanların gerçekliğini ifade etme yetisi verilmek ile kalmayıp olanların gerçekliklerini, dolayısıyla gerçeklik olarak beliren anlamlarını açık etmek ile beraber anlamın anlaşılması ve talim etme özelliği de bahşedilmiştir. Bunun ile de kalmayıp, her okuma biçimi ile beraber anlam edinmeye açık oluş içinde anlam ile yaratıma açık olmakta iken kendini niteledikleri, kıldıkları ile insan olarak yaratılıyor olmakta da bahşedilmiştir. İnsan; ilim ve talim (duyusal, ussal, pratiğe dair sonuçlar, pragmatik karşılıklar vb.) ile anlama dair öğrendiklerini, talime açık olarak dil uzlaşısında aktarabildiği gibi anlam-değer bağıntısına haiz olay-ilişki örüntüsünde değer biçimsel gerçekleşen ahlak biçimsel olmakta da ifade edebilmekte, aktarabilmekteydi. Bu, anlamlılığa bağlı gerçekleşen oluş içinde, anlam içeriğine bağlı olarak gerçekleşen varlığı miras bırakmayı/ almayı olanaklı kıldığı gibi anlamı ile miras alınan varlığa tutunmayı ve tinselliğe zemin, tinselliğe yükselmeyi de olanaklı kılmaktaydı.

Hep söylediğimiz; Allah sadece tümel bir varlık olmuş olsaydı, niceliği kendinde barındırmayan bir tümelliğe haiz olmuş olsaydı, yaratımdan, yaratma kabiliyetini kendinde buluyor olmasından bahsedilemezdi. Yaratmak ölçü üzeri halk etmek anlamında nicel belirlenimleri ile

gerçekleşse de nicel olanın tümel belirlenimli ve öznel karşılık belirlenimlerinde gerçekleşiyor olmasına bağlı olarak deneyime – talime- açık gerçekleşiyor olması göz ardı edilmeyecek bir gerçekliktir.

Bizler istesek te istemesek te okuyucu bir varlığız. Nicel dünyada nelerle karşı karşıya kalıyorsak öznel anlamda bizde karşılıkları oluşan bir varoluş içindeyiz. Böylesi varoluşta istesek te istemesek te anlamlılık bizde haiz oluyor. Duyusal algı ile tanık olunan çeşitlilikte, idealar ile iradi ve duygusal gerçekleşen ruhsallıkta, ussal anlamda gerçekleşen bilmede âlemler sizde içerdikleri anlamlılığa göre gerçekleşme, görünüş bulma belirlenimlerine göre açık oluyor.

En temelde güzellik idesinin anlam açılımında varlığa yönelirken varlığı, olan-biteni kendi için iyi ve doğru belirleniminde bulunarak bilme deneyimine katılırız. Sonuçta da iyi ve doğru oldukça güzel ahlakta kendimizi kıldıklarımız ile ruhsal anlamda güzel olmakta biçimlediğimiz oluşta buluruz. Güzel idesi en temelde bilmeye yönelik kılan anlamlılığın idesi iken sonuçta kendi olmayı hangi erekte gerçekleştirmek veya anlamlı kılmak gerektiğinin yükseliş idesidir. Güzellik, anlamlılığın en ideal formudur. Bunu da güzel olanda erek biçimsel olarak kendi olmayı gerçekleştirme çabası göstermekte gözlemleyebiliriz. Güzellik, varoluşun başlangıcında bilmeye eyler iken ahlak biçimsel bir anlam formu olduğunda sonuçta erek belirlenimli olunması gerekendir. İyi ve doğru ideleri de güzel idesine yükselmenin ara nedenleri olarak gerçekleşirler. Söz konusu güzel ahlak ise kişi sadece kendi için iyi ve doğru olmadığı, nefsi emmaresine rağmen diğeri için de iyi ve doğru olmakta güzel olduğu/ olabileceği bir oluş içinde bulunur. İdealar öznellikte anlam yüklemli olup da irade belirlenimli gerçekleşir iken anlam yüklemli bir varoluşa eyler… anlam yüklemli bir varoluşta kılar.

Söz konusu idealar ise sadece insan öznesinde gerçekleşen değil, tanrısallar/ tümeller olarak düşüncenin evrensel ortamı olan katmanlı doğada var olmayı kendi olmakta değerli olarak anlamlı bulan her

canın gerçekleşme ideleri -anlamları- olarak yüklem almaya olanaklı değişim içinde bulduğu özsel belirlenimlerdir. Özsel anlamda tümel belirlenim olup da gerçekleşmeye dair temel değişmezler olsalar da yaratım oluşu içinde değişen yüklem almaya açık oluşu belirli kılmak ile beraber yaratımı değer biçimsel anlamda biçimleyen yargısal belirlenimlerdir… ki öznellikte ahlak biçimsel anlamda biçimleniyor olmak da onlar ile olanaklıdır.

Yaratımdan bahsediyorsanız, dışarıda da bir anlamlılığın gerçekleştiğini yaratımın metafizik ilkeleri gereği dolaylı olarak ifade etmiş olursunuz. Allah’ta anlamlılığa dair gerçekleşen yaratım oluşunda anlamsız gerçekleşen bir şey olamaz. “Oyun olsun diye yaratmadık” denilirken, Allah’ın Alim, Hâkim isimleri yaratımda galip iken ereğe bağlı oluş içinde nedenlerin ne için olduğu belirli kılınmış olmakta iken anlamlılık yaratımın esaslarındandır. Yani anlamlılık, yaratımda öncelenen olarak yaratılmış olanın vücud bulduğu kendi olma gerçeği olarak gerçekleşendir.

Her yaratılmış olan Tanrı’nın hakikatinden paye almış pay sahibi olarak varlık sahnesine çıkar iken üst ve evrensel gerçeklik olarak Tanrı, kendisi ile var olan her varlığın en temel biçimde anlamlılığını kendi ile belirli kılandır. “Uhud bizi sever biz de Uhud’u”, “Taşlar bana selam verirdi”, “Kütük ahireti seçti” vb. denilirken Allah ile kendi olmayı bulan her ne ise Allah ile kendi olabilmenin anlamlılığında Allah’ı da anlamlılığın mutlak kaynağı olduğu yönde anlamlı kılmakta olduğu gerçeği de ifade edilmekte. Dışarıda anlam yok demek; anlamlılığın ne olduğundan, nasıl gerçekleştiğinden habersiz olmak anlamını taşır.

Dünün ilkel dünyasında anlatılar ile canlı olarak yorumlanan, anlamlı kılınan bir dünyadaydık. Vahiy ve tevhid bilgisi ile bakıldığında kimin ile nasıl ve ne için olduğuna bağlı olarak ne olduğunu bildiğimiz olguların, vesile kılınmış olanların dünyasındaydık. Allah ile canlı, kaim olunan bir dünya. Bugünün dünyasında ise nicel belirlenimleri ile nasıl olduğuna bağlı olarak ne olunduğunu bilmeye çalıştığımız bir evrene

bakmaktayız. Nicelliği içeren hareket oluşunda öznelliğe dair gerçekleşen belirlenimlerde deneyim varlığı olduğumuzun gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Artık Tanrı ile gerçekleşen her ne ise nicelliğe içkin öznel belirlenimleri ile de gerçekleşirken görmemiz gereken evren, mümkün kılınmışların evrenidir. Tevhidi içermiş olarak sebeplere aşkın kendini görünüşe getiren öznelliğe de tanık olmak gerekir.

Musa nebi “Benim rabbim seni de beni de yaratan âlemlerin rabbidir” İbrahim nebi “O öldüren ve diriltendir… Güneşi doğudan yükseltir sen de batıdan yükseltir misin?” diyerek faili mutlak olarak görünüş bulan bir yaratıcıdan bahseder.

En basit anlamda; her şey varlığını O’nun ile anlamlı buluyor. Metafiziksel anlamda bir üst gerçeklikten bahsediyorsanız, varlığın zaten kendiliğinde bir anlamlılığı vardır. Üst gerçeklik var olmayı kendi ile anlamlı kılan gerçekliktir… ki her can üst gerçeklik olarak ne ile varsa onun ile anlamlı, ne için varsa o gerçekleştiği ölçüde ve doğrultuda ereği ile anlamlı kılınmış, ne ise o anlam belirlenimlerinde anlamlı olmayı bulur.

Rastgele bir varoluştan bahsederseniz eğer anlamsızlık var diyebilirsiniz. Rastgele bir varoluşta, var olmak anlamsızlık içerir. Aidiyeti ve nedenleri sizin elinizde olmayan nedensiz varoluş elbette anlamsızdır. Bu durumda anlam, anlamlı kılarken gerçekleşendir. Anlamlılık ise kendini kandırmaktan öte değildir. Ancak neden bağıntılarında ereğe bağlı varoluşta mümkün kılınmış olarak gerçekleşen yaratımda nedeni kendinden olmayan bir oluş içinde var olmuş olsanız dahi nedeniniz olan üst gerçeklik ve neden bağıntılarında mümkün kılınmış olarak var edilmiş olduğunuzdan anlam, varoluşunun esas ilkesi olarak var olmanın gerçekliği, gerçekliği belirli kılanı iken anlamlılık kaderiniz olarak bulduğunuzdur.

Anlam ve değer varlığı olarak gerçekleşen öznellikte anlamın eril doğası sebebi ile anlamlılık, gerçekleşme belirlenimlerine göre herhangi bir biçimde gerçekleşir. Bilgibilimsel veya psikolojik yaklaşımlar ile ilgili anlamsızlığa dair gerekçeler uydurmakta ise anlamlı kılma belirleniminde anlamın doğası gereği anlama haiz yargı gerçekleşir.

Var olmaya dair yaratım ve anlamlılığın değil, rastgele gerçekleşiyor olmanın gerçekleştiği savında dahi rasgele derken anlamlı bakmaktan öte durulmaz… sadece yaratıma bağlı anlamlılık ve neden bağıntılarında var oluyor olmak inkâr edilmiş olur. Varlıkta neden bağıntıları ile var olduğumuzun idrakinden bakıldığında; üst neden ve erek ilke ayrıca neden bağıntılarında maruz kalınanlar sonucunda var olmanın gerçekleştiği anlayışı sonucunda da var olmanın kendine ait olmadan, kendinden bağımsız gerçekleştiğini gördüğümüzde de anlamsızlığa düşülebilir. Nedeni kendi olmayan bir varlık kendi olmaya dair anlamsızlık yargısına, anlamsız olduğunun duygusuna varabilir. Ancak hem üst ilke ile anlamlı olmak hem de var olmak özden kaynaklı yaratım oluşunda gerçekleşir iken nedenini özünden kaynaklı olarak bulmuş olmanın ve kendi olarak varlık sahnesinde bulunmanın anlamlılığında var olmak, kendi olmanın anlamlılığında gerçekleşir.

Var olmak, var olmaya dair maruz kalınmış olmak anlamını taşıyan yaratılmış canlar için maruz kalmak, anlamsızlık yargısına gerekçe gösterilse de maruz kalmaya rağmen maruz kalmaya aşkın var olan için kendi olmak anlamlılık içerir. Her şeyin fani yani kalıcı olmadığı gerekçesi ile bakıldığında, anlamsız bir oluşta bulunulduğu savı önerilebilir. Ancak, her şey veya herkes fani iken tutunmanın anlamı nedir diyerek anlamsızlığa değil, anlam arayışına eylenir olmak gerekir.

Fani olmak süreksizlikte gerçekleşiyor olmak iken süreksizlik de varoluş eşiklerinde değişime açık yaratımın, var olabilmenin olmazsa olmazı olduğundan anlamsızlığın değil, var kılınıyor olmanın anlamlılığını taşır. Fani olmaya rağmen çeşitlilikte ve çoklu gerçekliğini çoklu anlamlılığında tümel belirlenimlerde her ne gerçekleşmekte ise varlık

sahnesinde kendi ile anlamlı ve kendi ile anlamlı kılmanın bir parçası olarak anlam dünyasına katılır. Fani olmaya rağmen emek ve miras ile anlamlılık sürekli kılınır. Emek, kendinden açtığı, paylaştığı ile anlamlı kılmanın, miras da tarih biçimsel aktarılan anlamlılıkta doğmanın gereği olarak bulunur. Mirasta doğan emek ile de miras ile biçimlenen dünyaya doğma imkânı bulurken hep anlamlı olan bir dünya oluşunda gerçekleşme olanağı bulur.

Ölüm karşısında ve geçmişin anılardan -bellekten- ibaret olduğu ile bakıldığında da fani olmak genel anlamda değil, öznel anlamda hissedildiğinde hayata dair gerçekleşen bütün deneyimlerin anlamsızlığı yargısına veya duygusuna varılabilir. Ölüm karşısında var olma çabası, yaşamın anlama içkin gerçekleştiğinin göstergesidir. Emek, miras ve anılar, fani olmaya rağmen var olma çabasında yaşamın anlamlı kılınırken dahi yaşanacak kadar anlamlı olduğu gerçeğini aşikâr eder. Anılar ile deneyim birikiminde kendini inşa eden, gerçekleştirdikleri ile anlamlı bir varoluştadır. Anılar, kendini kıldıkları/ oldukları ile var olmanın birikimine haiz olmak anlamını taşır. Deneyime dair kazanımlarımız, kendi olmayı gerçekleştirip de nitelediklerimiz, anılar ile yüklenmiş olduğumuz kendiliği kıldıklarımız/ olduklarımızdan öte gerçekleşmez.

Gerçekleştirdiklerinin öznesi olmak, gerçekleştirdiklerinin öznelde karşılanan anlam-değer belirlenimleri üzerinden kendini de değer kılmakta iken anlamlı bulmanın ussallığını ve duygusunu verir. Hem yaşamın sürekliliğinde öte dünya inancı da içinde bulunan dünyayı sonuçları olan bir yaşama göre yaşamayı olanaklı kılar iken sonuçlara göre anlamlı kılınan bir yaşamın içinde olmaya eyler. Yaşam, var olma çabası belirlenimlerinde anlamlı kılınıyor iken yaşananların sonuçları olan bir evrende ve yaşamın değişime gebe sürekli olmasında yeni bir seviyede anlamlı kılınmış olarak yaşanmaya devam edilir.

Girift ve katmanlı neden bağıntıları içinde var olmak elinde olmadan gerçekleşmekte ve mikrodan makroya kadar sınırsız bir oluşta nicel

belirlenimi ile hiç gibi gösterilen var olmaya dair yaklaşımda da anlamsız bir varoluşa bakılabilir. Nicelik referanslı koca bir hiç olmanın yargısı veya duygusu, acziyetin anlamını taşırken acziyete yitik hiç olduğunun duygusu anlamı ile bakmak ta anlamsızlıkta gerçekleşmekte değildir. Nicel belirlenimli küçüklük, nitel yükleminde küçük olunduğu anlamını taşımaz. İnsan veya diğer canlılar, hayata kattıkları ile hem kendilerini hem diğerlerini hem de ortak ruh -anlam- havzası oluşturur iken bütünde var olmayı anlamlı kılarken ne kadar küçük olunduğunun bir önemi de yoktur. Küçük olanın nüfus alanına bağlı olarak daha çok şey yapabilme olanağı var iken nüfus alana bağlı olarak anlamlı bulduğu bir varoluşta olması da kaçınılmazdır. Ali efendimizin de dediği gibi insan âlemlerin dürülmüşü ve taşıdığı olanaklar bakımından âlemi kebir iken makro ölçekler karşısında zere misali hiç olduğunu söylemek; insan olmanın gerçeğine/ anlamına örtük kör kalınmış olunduğu anlamını taşır.

Günümüz bilimi ile de bakıldığında, nicelin evrenine bakılırken tümel belirlenimlerin hiçe sayıldığı bir bilgibilimsel yaklaşım biçiminde her şey sayısal formül belirlenimli anlamlı kılınırken öznel anlamlılığa, duyguya yer vermeden anlamsız bakılan bir evren resmi çizilir. Olay-ilişki örüntüsünde anlamlılığın dışlaştığı, akış içinde görünüş bulduğu her evren hikâyesi ise anlamlı bir varoluşu işaret eder. Din; tümele dair anlamlılığın olay-ilişki örüntüsünde gerçekleştiğinin gerçeğini yansıtır. Felsefe; olgusal olanın tümel belirlenimleri ile gerçekliğini kavramlarla bulurken aşikâr etmenin, olgunun taşıdığı anlamı/ gerçekliği görünür kılmanın ilmi olarak anlamlı bir evrene bakmaya eyler. Sanat, olan biteni yorumbiçimsel olarak anlamlı kıldıkça, olan bitenin kendisinde olan anlamları da görünür kılmanın, anlayabilmenin, anlama dokunmanın, kendilik sahiplerine inerken dokunabilmenin tinsel yoludur. Bilim ile de olan biteni nasıl gerçekleştiğine bağlı olarak bilme çabası gösterir iken nasıl anlamlı olunduğunu görünür kılmaktan öte durmakta değiliz. Her alan belirleniminde anlamlılık yöntemsel olarak farklı biçimlerde gerçekleşir iken varoluşun, anlama haiz anlamlılık içermiş olarak gerçekleştiği gerçeğinden/ anlamından bakmak da

gerekir. Nicel belirlenim referanslardan hareket ile yapılan her anlamsız kılma çabası, anlamlılığın gerçekleştiğini görünür kılan ironiye haizdir. Sadece nicel bakıyor olmak, nicel belirlenimli olması ile anlamlı bir evreni görmemizi olanaklı kılması adına dahi olsa önemlidir.

Bilgibilimsel anlamda agnostik (bilinmezci) yaklaşımlar da hakikat, Tanrı, ruh, ölümsüzlük vb. bilinemez derken bilinmez oldukları savında belirttikleri ilkelerden yoksun olarak bakılan bir evren oluşuna tanık kılar. Salt anlamsız değilse de gerçek anlamına yitik bir evrene bakmaya eyler. Hakikat kendisi dışında değil iken bilinemez olan değildir. Kendisinden sonuç alınabilirken de bilinemez değildir. Hakiki varlık olan Tanrı’da tanrısal belirlenimleri üst ve evrensel iken deneyime/ talime açık bulabileceğimiz ve kendisinden yana sonuçlar elde edebileceğimiz gerçekliktir. Bu durumda kendisi ile anlamlı bir varoluşta O’nun ile anlamlı olmaya açık olmanın da korunması gerekir. Ruh ise şahıs olma niteliğe ile öz kendiliktir. Biçimsizlikte, dirimsel, şuurlu ve yüklem almaya açık oluşta kendini kıldıkları yani yaratıma açık olmakta yüklem aldıkları kendini görünüşe taşıyandır. En temelde var olma cevheri nur iken Tanrı ile var olandır. Ölümsüzlük ise tene dair değil, ruha dair olarak ruh, Tanrı nurlarından var olduğu ve beslendiği içindir ki var olma doğası gereği bulduğudur. Ölüm eşiği deneyimleri ve yeniden bedenlenmeye dair deneyimler ölümsüzlüğü kanıtlar. Özde yaşlanmayan kendilik, ölümü ölümsüzlüğe açılan bir başlangıç olarak bulur.

Anlamın dış dünyada olmadığı, öznelde gerçekleştiği savı da anlamsız bir evren oluşuna baktırır. Söz konusu yaratım ve anlamlılık ise bu görüş de doğru bir sav değildir. Çeşitlilikte ve olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşen her ne ise bir anlam taşıyor olarak kendi olma gerçekliğini anlam belirlenimi olarak bulur. Anlam kendi olma gerçeği olarak vücuda gelmiş, çeşitlilikte ve olay-ilişki örüntüsünde görünüşe gelmektedir.

Bazen yaşamın zorlukları ve acıları da yılmış olma duygusunda olan biteni anlamsız bulmaya eyler. Her şeye rağmen var olma çabası devam ederken kendi olmaya tutunmak kendi olmanın anlamına tutunmak veya varlık nesnelerine tutunmak hep anlamlı bir oluş içinde bulunmak anlamını taşıyor olarak gerçekleşir. Zorluklar ve acılar var olmayı hatırlatırken, var olmanın bir aracı iken amaç değil de araç belirlenimli gerçekleşme nedenleri sebebi ile anlamlılık taşırlar. Yılmış insanın aciz olduğunu anlamlı kılarken dahi bir anlam taşıyor olarak gerçekleşirler. Taşıdığı anlamlılığa dair gerçekleşir iken anlam kattıkları yönde anlamlıdırlar.

Her bilmek, değer oluşunda gerçekleşmekte değil ise sonuçta sıradanlaşır. Her yaşam ereğinden kopuk savrulmalarda ve tekdüze kılındığında sıradanlaşır. Sıradanlaşan her anlam veya anlam yüklemli gerçekleşen de anlamına yitik anlamsızlaşır. Emek, miras, olay-ilişkiler örüntüsünde yeni yaratım oluşuna açık olmak, ereğine bağlı değer oluşu içinde anlamı hep canlı tutmak ile de sıradanlaşmanın anlama yitik anlamsız kılmasından uzak anlamlı bir oluş içinde bulunulur/ bulunabilir.

Konfor değilse de lüks ayrıca arzulara ve hazlara tutsak olmak da özde kendi olmaktan yana tatmin edici olmadığı içindir ki yaşamın gerçekte anlamlılığını bulmaktan yana anlamsızlaştırır. Anlam arayışı en temelde, geçici ve tatminsiz kılan varoluş nesnelerinde bulunacak değil, kendi olmayı deneyimlediğimiz ilkeleri yaşamakta bulunacak olandır. Rahmeti, sevgiyi, adaleti yaşarken kendi olmak, arzu nesnelerinde kendi olmaktan farklı olarak özde kendi olmanın anlamlılığını tatmanın aracıdırlar.

Arzu veya haz nesnelerinde nesnelerini tatmanın anlamlılığı olmak ile beraber deneyimlenen olanaklarında kendiliktir ama varoluş nesnelerini tatmakta kalınırken kendi olmanın anlamlılığına örtük kalınır. Nesnelerini tatmanın sıradanlaşmasında da özde kendi olmanın anlamlılığına olan yitiklik, bir açlık gibi insanı anlam arayışına eyler.

İlkelerde kendiliğin anlamlılığına örtük olmadan kendini kıldıklarında tatmakta ise kendi olmaktan yana tatmin olmuş olmak gerçekleşir. Kendi olmayı tattığımız ilkelerde anlamlılık hep dirimsel oluşta ruhsal tazelenmeyi de olanaklı kılar.

Madem ki nicel belirlenimli yaratılmış olanın öznel yüklemli yaratılmış olduğu gerçeklikler arasında varoluş birbirini karşılayan gerçeklikler arası anlam ilişkisinde, akışında ve anlamı yüklem almaya açık gerçekleşmekte… öyle ise anlamlar ile tutunduğumuz varoluşa yine anlam ile itina göstererek dönmek gerekir.

Varoluş anlamlılık içerir, içerdiği anlama/ var olma gerçeğine – mahiyetine- bağlı olarak da değer biçimsel gerçekleşir. Anlam arayışı kendini anlamlı kılma ile biçimlenir iken anlam, yüklem alınmış özdeşlikte gerçekleşen ucu açık yaratım oluşunda kendi olmayı kıldıklarımızda, yaratıyor olduklarımızda biçimlenir. Tanrı dahi kendisini Rahman, Rahim kılmakta yaratıma açık iken bizler de tanrısalları alan belirlenimlerine göre gerçekleştirir iken Alim olmayı bilimde, felsefede, kelamda yaratım oluşunda kendimizi bilim insanı, filozof, mütekellim kılmakta bulmakta değil miyiz? Musavvir olmayı sanatta, yaşam ilişkilerinde, öznelliğin yaratım oluşunda kendimizi kılmış olduğumuz sanatçı olmakta, anne veya baba olmakta bulmakta değil miyiz? Kendi olmak, kendi olmanın anlamını taşır iken kendiliği kıldıkları ile de yüklem alınmış anlamlarda kendini yaratıma açık bulma oluşunda anlam zengini kılma olanağında var olunur.

Esmayı hüsna Tanrı’nın kendi olma ve kendini kılma belirlenimleridir… ve tanrısal olma belirleniminde yaşamsal bulunuyor iken alan belirlenimlerinde gerçekleşmelerine bağlı olarak insanın kendini kıldıklarında deneyime açık yaşamsal buluyor olması kaçınılmazdır… ki her gerçekleşme biçiminde yaratıma açık bir kendiliğe tanık kılıyor olmaları sebebi ile önemlidirler. Kendiliğin çeşitlilikte zengince yaratıma açık olması anlam yüklemlerinde zengince kendini açımlıyor, gerçekleştiriyor olması anlamını taşır.

Evrensel tümel gerçeklikler metafizik gerçeklerdir ki dinde olay-ilişki örüntüsü olan hikâyelerde arketip belirlenimli karakter biçimsel anlatılarda aynalaşmaya dair belirtilirler. Kur’an’da İbrahim, Musa İsa vb. denilir iken tarihsel bir kişiden değil, ilkelerin biçimlendiği tümel belirlenimli bir şahsiyetten bahsedilir. Sizi, insan ile aynalaşılan bir oluş içinde kılarken kendi gerçeğine tanrısallar ile uyanmanızın davetinde bulunulur. Anlam, olay-ilişki örüntüsünde açık edilirken gerçek, kendi olmayı nerede bulacağımızın anlamlılığını taşır. Sanatta evrensel tümel gerçeklerimize ayna tutarken olan biteni anlamaya dair bir kapı aralar. Felsefede de metafizik olan evrensel tümeller -gerçekler- kavramlar ile açımlanır iken varlığa, kendi olmaya kavramlar ile uyanmak olanaklı kılınır.

Metafiziğini yapmadığınız dünya aynalaşmadığınız bir dünyadır. Metafiziksel olarak okuyup da aynalaştığımız bir dünya içinde isek genel ve zamansız -daim- gerçeklere bağlı olarak ahlaki anlamda ne yapmak gerekir? Bu yaratımla ilgili bir konudur. Yaratım, anlamlılık ve ahlak.

Âdem olmak, duyular, irade, duygu nesneleri, hazlar ve arzular ile hep indiğimiz bir dünya içinde var olmak anlamını taşır. İnsan yaratım oluşu içinde hep indiriliyor iken yaratıma açık yüklem almalarda açık kılınmış olandır. Anlam yaratımın olmazsa olmazı, mahiyetin kendisini belirli kılan kendi olma gerçekliği iken her insan taşıdığı anlamlılığa has kendi olmayı karakter biçimsel bulur. Eskiler böylesi varoluşu, hangi tanrısal isimle var olunduğu anlamında yani esmayı hassın ne olduğu ile ilgili olarak anlamlı kılarlardı. İnen insanın sonuçta özü ile uyumlu kendi olması, nesnelliğe aşkın kendilik dünyasına yükselmesi istenir… ki bu, İbrahim nebinin tümel belirlenimli anlatısında net olarak ifade edilir.

İnsan yüklem almaya açık oluş içinde kendini anlam-değer yüklemlerinde yaratımda kılmaya açık sınırsız bir oluşta bulur. Bilmenin ayrıca yorum biçimsel olarak anlamlı kılmanın veya anlamaya açık

olmanın oluşu içinde sınırsız yüklem almaya açık, ucu açık yaratım oluşunda bulunulur. Sınırsızca ucu açık yaratım oluşunda bulunmak, kendi olmayı koruyarak kendini kıldıklarında gerçekleştirmekten yana zafiyet göstermeye neden olur/ olabilir.

Bilmek, anlamaya açık anlam bulmak, anlamlı kılmak yüklem almak ile gerçekleşen ucu açık yaratım oluşunda sınırsız bir yaratım olanağında var olmak anlamını taşır. Ucu açık yaratım oluşunda yanlışa, batıl olana da açık olmak, hakikatten yana sonuçsuz bırakan yaratım oluşunda kılar. Özü ile uyumlu ve özsel olan anlamı açık eden yaratım oluşunda bulunmak ve ahlak biçimsel anlamda yaratıma dair değer biçimsel gerçekleşen sınırlar edinmek hem öteki ile yaratım oluşunun sürekliliği hem de kendi olmanın korunuyor olarak hakikatten yana sonuçsuz kalmadan kendi olabilmek için elzemdir.

İbrahim nebi gibi Faili Mutlak olana gerçekleştirdikleri üzerinden tanık olmak söz konusu olduğunda Tanrı’nın kendilik dünyasında Tanrı ile var olmanın gerçeğine uyanmış olunur. İnen insan, aslına yükselmiş olarak kendi olmayı artık aslı ile anlamlı bulur. Ara sebeplere aşkın, gerçekleşenlerin öznesi olana tanık olunur. Her olay ve olgu, Tanrı’nın tanrısal belirlenimlerinin görünüşünün olay-ilişki örüntüsünde gerçekleşmektedir. Nesnelerine aşkın Tanrı, yaratıcı özne olarak her varlığın gerçekleşme nedeni olarak görülmeye başlanır.

Söylemek istediğim; Âdem veya İbrahim olduğumuz değil, Âdem veya İbrahim aynasından bize bizim gerçekliğimizin gösterildiğidir. Onlar anlatılırken onlar olmamız değil… ki varlık olmaya ortak bulunmuyor iken herkes kendi olmak zorundadır. Bu neden ile onlar ile anlatılan gerçekliğe uyanıp kendimiz ve Tanrı ile var olduğumuz gerçeğine uyanmamız istenir. Onlarda hangi ilke ereğinde gerçekleşmekte ise bizden de gerçekleşmesi beklenene ayna tutulur. Ucu açık yaratım oluşunda, neler ile sınırlanıp kendi olmamız gerektiğine de ayna tutulmuş olunur. Bu durumda nebiler anlatısı, gerçeğe, sizin gerçekliğinize ayna tutulurken erek biçimsel olarak idealinde nasıl bir

insan olmanız gerektiğine de uyandırıcı mesajlar içerir… ki sonuçta siz, kendiniz olarak varlık sahnesine çıkıyor iken ucu açık yaratım oluşunda kendi olmaya dair yeni bir şey söylemiş, yapmış olarak anlam dünyasının bir parçası olmuş olursunuz. Onların gerçeğe dair deneyimleri, bizlerin gerçeği nasıl deneyimlediğimizi ve nasıl deneyimlememiz gerektiğinin anlatısını içerir.

Saltanattan bakıp da saltana tanık olan Süleyman, anlamdan bakıp da hep anlamlı bir oluşun gerçekleştiğine tanık olan İsa, merhamet ile bakan ve kucaklayan olup da hep merhamet ile bakılan ve kucaklanan Muhammed Mustafa, tanrısalların gerçekleşirken aynalaşmaya dair talim edildiği gerçeğini görünür kılar. Özde olan bir biçimde gerçekleşir iken gerçekleştiği evrensel varlık alanında aynalaşmaya dair talim ediliyor olarak bulunur. Talim ettiğiniz deneyime açık bulduğunuzdur… ki Tanrı tanrısal belirlenimleri ile deneyime açık oluş içinde bulunabilir, bilinebilir, kendisine tanrısalların yaşanması ile yükselebilir olandır.

İşte, Âdem’den Hatem’e, insan olma yolculuğunda Allah katında kabul gören İslam dininde ifade edilen Tanrı… Ötelerin değil, hep yeni bir oluşta aynalaşmaya dair gerçekleşmelerde ben ile sen, sen ile ben olmanın varoluşunda deneyime açık bulunabilecek, bilinebilecek olan Tanrı. Katmanlı yaratım oluşunda kendisine ait olanları yarattıklarına dair kılarken ayrı değil aynı da değil oluşta benzer ve başkası olmanın farklılık belirlenimlerinde aynalaşmayı olanaklı kılmış olarak kendini görünür kılabilendir. Tanrısal belirlenimlerinden yana kendisinden sonuçlar almayı olanaklı kılmış iken kendisine yükselme olanağı da olandır. Katmanlı gerçekleşen ayrı değil aynı da değil oluşun aynalaşmasında yarattıklarını muhatap alabilecek kadar onlar ile hitap- muhatap ilişkisinde ve olay belirlenimlerinde ilgilenendir.

Yaratıcıdan referans ile yaratım oluşunu açıklar isek yüklem almaya açık öznellik, anlam-değer, irade-duygu vb. yüklem almalara açık oluşta yaratıma açık olmak anlamını taşır. Yaratmak sadece bir şeyleri, varoluş nesnelerini yaratıyor olmak anlamını taşımakta değil,

yaratırken meleke, anlam, değer, duygu, irade belirlenimlerini de yüklem alırken kendi kıldıkları (tanrısal karakter/ kimlik belirlenimleri) ile yaratıyor olmak anlamını taşır.

Farz edelim ki her şey anlamsız olsun, her şeyin anlamsız olduğunu söylemek ne için olduklarından yoksun ruhsuz olduklarını söylemek anlamını taşır… ki her varlık kendi olma gerçeğini kendi anlamı olarak taşırken kendi olmanın anlamında ruh sahibi olarak varlık sahnesine çıkar. Ruh öz kendilik iken kendiliğin yüklem almaya açık yaratım oluşunda kendini yaratabilme olanağı kendini gerçekleştirdikleri üzerinden karakter/ kimlik belirlenimli olarak kılabilme olanağıdır. Sınırsız anlam çeşitliliğinde yaratım gerçekleşir iken alan belirlenimlerine göre kendi olmanın kılındığı sanatçı, filozof, arif, anne, baba, yönetici vb. kılmalar/ olmalar, bilfiilken bilkuvve kendini vücuda getiriyor/ gerçekleştiriyor, anlamlı kıldığı ile yaratıyor olmak anlamını taşır. Tanrı’da tanrısal olarak gerçekleşen esmayı hüsna da Tanrı’nın yaratımda olanak belirlenimlerinde karakter biçimsel gerçekleşen kimlik belirlenimleri olarak kendiliğe yüklem alarak kendini yarattığı değer ve ahlak biçimsel anlam belirlenimleridir.

Yaratımın olduğu oluş içinde ne yaratılanlar ne de yaratıcı öznenin anlamsızlığından bahsedilemez. Anlam, var olmaya, yaratıma yüklem alınan özdeşlik belirlenimi olarak değişen oluş içinde var olmayı olanaklı kılan tümel belirlenimdir. Nicelin doğası gereği kendi içinde harekete haiz olmak da değişen oluş içinde kendi olmayı olanaklı kılar. Sibernetik, aynalaşmalı, diyalektik gerçekleşen yaratım oluşunda çeşitlilikte de bütün içinde var olunur iken hep yeniden anlamın açık olduğu yaratıma açık oluşta yaratılıyor olmayı buluyoruzdur.

Anlamsızlığın yalan olduğu anlama haiz varoluşta anlama, anlamaya açık duyarlılıkta var olmak da yaratıma açık oluşun korunması için olması gerekendir. Böyledir ama yaratıma açık oluş, hak-batıl, yanlış- doğru vb. eytişimsel belirlenimlerde hep çatallanan anlam bulmalarda gerçekleşirken gerçeğe, doğru olana dair gerçekleşen/ gerçekleşmesi

gereken anlamlar ile yaratıma açık oluşun korunmasına dikkat etmek

gerekir.

Tarih; hakikatten paye almanın sürekliliğinde pay sahibi olan insanın mülkten de paye alma çabası içinde emek ve miras varlığı olmayı da buluyor iken anlam yüklemlerinde yaratılıyor olan insanın tarihidir. Anlam, eril, dirimsel, yüklemsiz yüklem (biricik) ve gerçekleşme erki gösterir iken tarihte insan ile gerçekleşme iradesi de bulandır. İnsan anlam yüklemlerinde gerçekleşen dünyalar kurarken anlamın gerçekleştiği dünyalar içinde kendi olmaya, kendini kıldıkları ile yol bulur. Değerli kıldıkları ile anlamlı kıldığı dünyalarda var olmaya eylenir. İçinde bulunduğu yaratılmış dünyanın anlamlarını da anlam madencisi olarak açarken yabancısı olarak hep indiği ama sonuçta edindiği anlamları ile yabancısı olmadığı bir dünyadadır. Anlamlı bulduğu dünyada da kendi olmaya yine anlam ile eylenir.

Yüklem almaya açık gerçekleşen yaratıma açık oluş içinde sınırsızca ucu açık yaratımda bulunulurken yüklem almanın tercihler ile biçimlendiğini de göz ardı etmeden ucu açık yaratım oluşunu da öldürmeden yaratımda sınırlar edinmek yarattıklarını ve kendi olmayı ne ile belirli kıldığını belirli kılmak anlamını taşır. “Her an yeni bir tavırdayım” derken her an yeni bir yaratım oluşunda bulunulduğu vurgulanır. “Yarattım andan beri anım anımı tutmadı” hadisi de yaratımın ucu açık oluş içinde gerçekleştiğinin ifadesini taşır. Böyle olsa da “Rahmeti kendime farz (zorunlu, ahlak) kıldım” denilir iken ucu açık yaratım oluşunda ilkeye dair sınırlar belirli kılmış olarak vücuda gelmenin, kendini de yaratımda belirli kılıyor olarak yaratıma açık kılmış olmanın gerekliliği ifade edilir.

Her an yeni bir tavırda olmakta iken bilfiil iken bilkuvve gerçekleşen enformasyon ilişki bağıntısında sınırsızca anlam-değer yüklemleri almaya açık olunduğu vurgulanmış olur iken rahmetin kendine zorunlu ahlak kılınıyor olması ifadesi ile kendi olmaya dair karakter/ kimlik biçimsel çizgiler edinildiği vurgulanmış olur. Anlam-değer yüklemleri

almaya açık yaratım oluşunda yaratım, sınırsızca bir olanakta gerçekleşme olanağı bulur iken kendini sınırlıyor olarak karakter/ kimlik biçimsel varoluş çizgileri edinmek, özünde bir şeye benzemeyen şahısın kendini kıldıkları ile vücud bulması anlamını da taşır. Sınırlar belirli kılıyor olarak kendiliğin anlam-değer biçimsel gerçekleşen anlamlılıkta görünüşe taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Tanrı’da gerçekleşenin bir biçimde insanda da gerçekleşiyor olması metafizik belirlenimleri ile bakıldığında gerçektir. Tanrı’yı yaşarken Tanrı’yı böylesi anlamakta olanaklıdır. Tanrı’yı yaşarken Tanrı’ya ayna Tanrı ile kendini bilmek de olanaklıdır. Ayrı değil aynı da değil oluşu aynalaşmaya dair varoluş belirlenimlerinde Tanrı ile var olanın fakr olmakta gerçekleştiğini de bilmek olanaklıdır.

Anlamın sıradanlaştığı tek düzelikte Tanrı dahi bizler için anlam yitimine uğramayacak ise erek Tanrı olmakta değerini hep canlı tutan olmalıdır. Erek devinimde kılarken ilkeyi canlı tutmanın, anlamsızlaşmamanın da belirlenimidir. Bu durumda bir öğretmen, öğretmen olmanın anlamı tek düzelikte yitirmeye yüz tutarken öğretmen olmanın ahlaki idealini koruduğu ölçüde öğretmen olmayı anlamında canlı bulur. Anlamında taze diridir. Anlam dirimseldir dirimsel kılar… yeter ki gerçek içeriğinde gerçekleştiriliyor olarak gerçekleşsin. Bu durum bir doktor veya anne, baba için de geçerlidir. Tanrı dahi Tanrı olmayı, daim yaratım oluşu içinde değerinde sahipleniş ve gerçekleştiriyor iken kendini kendi olanaklarında hakkı gereği olan içerikte gerçekleştiriyor olarak anlamlı kıldığı ile anlamlı bulmaktadır. Kendini hakkı gereği gerçekleştirdiği ilkede -anlamlı kıldığı ile- anlamlı kılmak, yaşamsal anlamda kendini kendi olmaya dair zengin ve derin kılmanın heyecanını, yaşam sevincini, kendi olmaktan yana mutmain olmanın, kendini tadıyor olmanın sevincini taşır.

Her değer erek biçimsel öncelik olduğunda anlama dair gerçekleşmesinde anlamlılığını korur. Sıradanlaşan anlamsızlaşır iken değer olduğunu koruduğu ölçüde tazeliğini koruyan ve öncelenen olur. Değer üreten çaba olarak emek de anlamlılığın yüklemlerde

gerçekleşmesinin, dolayısıyla da yaratımın kendi olanaklarında gerçekleşmesinin belirlenimidir. Emek anlamlılığı sürekli kılmanın olmazsa olmazlarındandır. Emeğin tarihsel ortak değer olarak miras alınıyor olması da anlamlılığı genele yaygın sürekli kılmanın belirlenimidir. Miras ile sınırlanan ve hakikatten yana sonuçsuz bırakan, başka bir deyişle de tekâmülden uzaklaştıran yaratım oluşu da hak olan ile eleştirel olmak ve emek ile yeniden yaratıma açık olmak korunmakta iken hak olana dair her yeni gerçekleşen ile geride bırakılır/ bırakılmalıdır. Yeni olan, yeni bir anlam olarak gerçekleşendir ki varoluş hep yeni olan ile anlamlanırken yaratıma açık oluşun korunduğu görülür. Önemli olan ise yeni olanın batıl olarak hakikatten sonuçsuz bırakmayacak, vicdanları rahatsız etmeyecek meşruiyete haiz olmasıdır.

Emek değer üreten çabadır… değer üreten çaba olarak kalmaz, sizi de yeniden yaratır. Emek ile kendinizi keşfedersiniz, yeni bir şey var edersiniz ve onunla ilişkinizde de siz yeniden bir anlam dünyasında doğarsınız. Emek bununla da kalmaz, değer biçimsel olarak sahiplenmeyi de getirir… aidiyeti de getirir… değer biçimsel olarak anlam yüklü gerçekleştirdiğinizin sorumluluğunu da üstlenmeyi getirir. Ayrıca emeği miras bıraktığınızda anlam-değer dünyası sürekli olmaya başlar. Ortak değer olup miras olduğunda sürekli kılınmış olur. Peki, miras bırakılan anlam-değer dünyasında yanlışlar varsa ne olur? Eleştirel olmak korundukça ucu açık yeniden yaratım oluşuna açık olunur. Eleştirel olmak gerçekleşmiyor ise ucu açık yeniden yaratım oluşunda değil, yeniden yaratıma kapalı belli bir anlamlılığa hapsedilmiş bir oluş içinde bulunulur. Sorgulamak, eleştirel olmak, emek hep yeniden yaratım oluşu içinde bulunmanın olmazsa olmazlarındandır.

Bir şeye eleştirel yaklaşırken, öğrenmeye çalışırken sadece bilmekle kalmıyoruz. Öğrenmek, eleştirel olmak ile beraber yeni anlam yüklemleri alıp da yaratıma açık olan tarafımızla yeni anlamlara yelken açıyoruz. Yeniden yaratıma açık oluyoruz. Yeniden anlamlı olduğumuz

bir oluş içinde bulunmak da sağlanmış oluyor. Yaratıma açık sınırsız oluşa, vicdani, hukuki anlamda karşılığı olan ahlak biçimsel sınırlar getirdiğimizde de ilkeye bağlı gerçekleşen ve kendi olmaya dair karakter/ kimlik belirlenimi olan çizgilerde varoluşu kendimiz yaratıyor olmakta, anlamlı kılmakta buluyoruz. Sınırsız bir oluş içinde sınırlarınız olmalıdır ki vücuda gelerek görünüş bulmuş olasınız. Sınırlarınız olmalıdır ki kendi içinde derinleşen ve zenginleşen anlamlılığınız gerçekleşsin. Hem hemhal olmaya açık olarak diğerine duyarlı olmak da gerekir ki diğeri ile anlamlılığa dair gerçekleşen ortak anlamlar ile de yaratıma açık oluş içinde bulunabilelim. Karşılıklı ilişkide ve iletişimde diğerine duyarlı oldukça ve hemhal oldukça yaratıma açık oluşta bulunduğumuzu da unutmamak gerekir. Diğeri ile aynalaştığımız derinlikte anlamlılık birbirimize kattıklarımız ile daha zengince yaşanır olur.

İki temel yaratım var demiş bulunduk. Birincisi: bilgibilimsel anlamda sınırsızca bilmeye açık olmakta anlam yüklem almalarda gerçekleşen, özden kaynaklı var olmakta iken mümkün kılınmış ve ucu açık yaratım oluşunda kendini de mümkün kılmaya olanaklı bulunan yaratım oluşunda bulunmak. İkincisi: Anlam, söz veya bilgi öznelde değer yargısal gerçekleşir iken değer oluşu içinde varlıkla ilişkiler tavırlar geliştirmek ile ahlak biçimsel yüklemler alırken kişilik, karakter/ kimlik belirlenimli ahlaki anlamda gerçekleşen yaratım oluşunda bulunmak.

Yüklem almaya açık oluşta yaratıma da açık oluşta bulunulur iken bilgiye dair yaratım oluşunda sınırsızca ucu açık yaratım oluşunda bulunulur. Ahlaki anlamda yaratım oluşunda ise nefsi emmareye hayır denilenler ile bilinçdışı kılınmış, ilişkilerde sınırlanmış olanların üzerinden ve var olmaya dair çizgiler edinir iken yine değişen yaratım oluşunda bulunulsa da ilkesel olmaya bağlı değişmeyen yüklemler almış olmak ile kendi olmak görünüşe getirilir. Bilmeye açık yüklem almanın sınırsızlığında her an yeni anlam-değer yüklemlerine açık olmak korunur iken hep değişen bir oluş içinde bulunulur. Ahlaki anlamda ilkesel sınırlar ediniyor olarak yüklem almaya açık olmakta ise

bilgiye dair yüklem almalardaki değişime açık oluştan farklı olarak kendi olmaya dair değişmezler edinmiş olarak kendini kıldıkları ile kişilik, karakter ve kimlik belirlenimli var olmak, vücud bulmak, görünüşe gelmek gerçekleşir.

Her varoluş, tavır biçimsel gerçekleşir iken enformasyon ilişki bağıntısında gerçekleşiyor olmaya da bağlı gerçekleşir iken ahlak biçimsel gerçekleşiyor olarak bulunur. Varoluşun doğasında, yüklem almaya açık gerçekleşen yaratıma dair değişim içinde değişmeyen yüklemler almış olarak gerçekleşmek vardır.

Bilgiye dair enformasyon ilişki bağıntısında yaratım gerçekleşirken, öznenin yönelimsel olarak iradeye haiz olması ve iradeye bağlı amaç belirlenimli olması, bilginin öznelde temel irade belirlenimleri olan idealara (iyi, doğru ve güzel) bağlı değer biçimsel işlevsel kılınıyor olması vb. ile beraber bilgi-ahlak bağıntısında gerçekleşen ahlak biçimsel yaratım… ki yaratıma dair sınırsız bilme etkinliğinde sınırlandıkları ve varoluşsal karakteristik çizgiler edinmiş olarak ahlak – değer- biçimsel anlamda kendiliğin kendini kıldıkları/ olduklarını yüklem almış olarak ahlak biçimsel gelişim içinde de yaratılıyor olması öznenin yaratıma dair kaderi olarak bulduğudur. Yaratımda öteki ile ilişkilerde sınırlanmış olmak, nefsi emmareye hayır demeler ile kendini sınırlamış olmak ve gerekçelerine -amacına- bağlı olarak anlamlılığa dair -tutarlı- çizgiler edinmiş olmak, ahlak biçimsel anlamda yaratılıyor olmanın belirlenimlerindendir. Ahlak belirlenimli olarak gerçekleşen varoluş, ilkesellik içeriliyor iken erek bağıntısında tümel belirlenimli olarak ilkenin -tanrısal olanın- gerçekleşiyor olmasında özne olanın kendini kıldıkları ile kendi olmaya yükseldiği biçimsellikte gerçekleşir.

Ahlaki anlamda tümeller öznelde, anlam belirlenimli içerikte, irade belirlenimli gerçekleşme erki göstermekte ve duygu belirlenimli gerçekleşiyor olmakta yüklem alınır iken eylem belirlenimli gerçekleşiyor olmasında kendiliğin kılınmış olarak vücud bulduğu metafizik belirlenimlerdir. İyi, doğru, güzel ve esmayı hüsna, irade ve

eylem bağıntısında bu bağıntıda değerlendirildiğinde, varlıkta gerçekleşen ahlak biçimsel yaratılıyor olmanın metafizik gerçekliğine tanık olunmuş olur.

Elbet bilmeye dair yüklemler almakta ucu açık yaratım oluşunda değişen bir oluşta olmak gerekir ama ahlak biçimsel anlamda ilkeye dair değişmez yüklemler almak ile kendi olmanın korunduğu ilkeye dair sınırlar edinmiş olmak ve ereğine bağlı çizgilerde kendini kıldıkları ile var olmaya da ihtiyaç vardır. Bu anlamda varoluş ortak gerçeklik iken yani sen ile ben olunan bir varoluşta karşılıklı var olabilmenin olanağı yitirilmeyecek ise güzel ahlaka dair gerçekleşen ahlaki ilkeler yitirilmeden değişmezler edinmiş olarak kendi olmanın karşılıklı varoluşta yaratıma açık bulunduğu ve yaratıma açık olmanın korunduğu bir varoluşun da olanaklı olduğu göz ardı edilmemelidir.

Yüklem almaya açık, yaratım oluşunda tümelleri yaşıyor olarak ahlak biçimsel var olunsa da kendini kılıyor olmanın gerçeğinde şeytan olmaya veya rahmani olmaya açık ahlak biçimsel bir yaratım etkinliğinde bulunuyor olunabilir. Nefsi emmareyi terbiye etmediğimiz durumlarda şeytan olmaya açık ve karşılıklı varoluşta yaratıma açık olmanın öldürüldüğü, hakikatten sonuç alabilmenin önünün kesildiği bir oluşta yaratım gerçekleştiği gibi güzel ahlak ilişki bağıntısında yaratıma açık olmanın korunması ve hakikatten sonuç alabilmenin önünün açık olması ile erdemlilerden, salihlerden olmuş olarak yaratım gerçekleşebilir. Tövbe ve bağışlanmak dahi karşılıklı varoluşta gerçekleşen ucu açık yaratım oluşuna yeniden dönebilmenin olanağı olarak değerlendirilmesi gerekendir.

Bir üçüncü yaratım durumu ise yorumbiçimsel olarak anlamaya açık iken anladıkça diğerinin anlamlılığı dolayımında yüklem almaya açık oluşta yaratıma açık olmakta iken yaratılıyor olmaktır. Yorumlarken anlamaya açık oluşta yüklem almaya açık iken yaratıma da açık olmak korunur. En temelde ise yaratım (en temel yaratım belirlenimi olduğu için dördüncü demediğim); nicel belirlenimli bir varoluş içinde tümel

belirlenimli var olmakta kendini gerçekleştirir gerçekleşendir… ölçü belirlenimli varoluş nesneleri yaratıyor olmak ve anlam-değer yüklemlerinde alan ve ahlak -tümel- belirlenimlerinde kendiliği kıldıklarımız ile yaratıyor olmak anlamında gerçekleşme sürekliliğinde devam eder.

Düşünce us düzeyinde bilmenin melekesi olsa da en temelde kendini gerçekleştirme, dolayısıyla da yaratımın melekesi iken yaratım oluşundan kaçışı olmayan öznenin; düşünen olarak yaratımda ve bilmeye açık oluşta anlam yüklemleri alırken varlık/ dünya bakışı ve kendini kıldıklarında yaratıyor olması, dolayısıyla da anlamlı kılıyor olması kaçınılmazı olarak bulduğudur. Yaratım enformasyon ilişki bağıntısında bilfiil oluşta bilkuvve gerçekleşen iken anlam ve anlam ile anlamlı olmak, yaratıcı etkinliğin olmazsa olmazıdır.

Yaratım her belirlenimi ile anlama dair yüklem almaya açık oluşta gerçekleşir iken yüklemler temel belirlenimleri ile tümel kılınmış olarak gerçekleşmekte ise yaratılmış olanın zorunlu belirlenimleridir. Klasik felsefe bu doğrultuda varlığın zorunlu belirlenimlerini bilmeyi hedefler. Ancak, yaratılmış olanın temel belirlenimleri tümel belirlenimleri olsa da yaratılmış olan nedeni kendi olmuş değil iken en temel gerçeklik olup da üst ve evrensel gerçeklik olandan kaynaklı kendi olmayı bulur iken zorunlu gerçekleşen, kadim olan değil, mümkün gerçekleşip de hadis olandır. Bu anlamda Tanrı elbette zorunlu varlık olmak ile beraber yaratılmış olanlar, Gazali izleğinde kelamcıların da dediği gibi hadis olmaktan öte değildir. Ancak, kelamcıların dediği gibi yokluktan var edilmiş değil, bizatihi Tanrı’nın yine kendisi ile var ettikleridir. Bir şeyin Tanrı ile var olmuş olması onun kadim olduğu değil, kadim olan ile var olduğu gerçeğini taşır. Bu anlamda eşyanın veya mevcudattın varlığına hadis denilmiş olması önemlidir.

Bunun ile beraber: Tanrı, kendinde tümel olup da yaratıcı töz anlamında nicelliği ve hareket bağıntılı bir varoluşta iken nicel belirlenimli mümkün kılınmış bir yaratım etkinliğinde gerçekleşme

erkini gerçekleşme iradesi olarak bulurken gerçekleşme hareketini yaratım etkinliği olarak da bulur iken gerçekleşme yani yaratım iradesini, kendini gerçekleştirmenin özsel doğası gereği yine kendinde bulmaktadır. Bu anlamda klasik felsefedeki sudur, klasik sünni – özellikle Eşari- kelamındaki muhtar -irade eden- Tanrı anlayışını da içermiş olarak gerçekleşmektedir demekten öte değiliz. Tanrı’yı yarattığı, sıfatları, karakter/ kimlik belirlenimleri ve yarattığı mevcudat ile aynılık düzeyinde özdeşlikte gören özellikle klasik vahdeti vücudçu vb. düşünce ekollerinden de farklı olarak ayrı değil aynı da değil oluşun sadece Tanrı’yı bilme biçimi olan tenzihin değil, yaratımın, karşılıklı varoluşun, yakin bulabilmenin de temel ilkesi olduğunu belirtirim. Bu temel ilkenin hakiki varlık ve O’nun ile var olanların arasındaki var olma bağıntısının da hangi biçimde gerçekleştiğini göstermesi ayrıca aynalaşmaya ve diğeri olmaya dair gerçekleşen karşılıklı var olabilmenin olanağını da açık ediyor olması sebebi ile önemsemekteyim.

Dikkat edilmesi gereken bir durumda nur nicelliği içeren yaratıcı töz iken öznelliği de içeren tümel belirlenimli anlam, irade, duygu, dil oluşunda kendine yüklem almış oldukları ile yüklem alınmış özdeşlik belirleniminde kendinde hareketli ve değişime açık bir varoluş gösterir. Kendi olmaya dair zorunlu belirlenimleri -doğası- olan iken böylesi doğasında kendini yaratıma açık bulan bir oluş içinde bulan olması sebebi ile yarattıkça Tanrı olmayı da yüklem almış olarak Tanrı olmakta kendi olmayı kılan yaratıcı öznelliğe haizdir. Nur ayeti bu anlamlılığı içeren olması ile de önemlidir. “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, kendinden ışık saçan bir lamba benzeridir. Lamba da bir sırça (cam fanus) içerisindedir. Sırça sanki inci misali bir yıldızdır ki doğuya da batıya da ait olmayan bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulmuş, neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. Nur üstüne nur…” Yerin ve göklerin kendisi değil, yerin ve göklerin yaratıcı tözü anlamında nur Allah’ın bizatihi kendisidir. Bu ayet ile de bu net olarak ifade edilir. Ayrı değil aynı da değil varoluş bağıntısında bir anlamda dikkat çekilmiş olunur.

Böyle olmak ile beraber söz konusu yaratım ise yüklem almaya açık olmak, kendini kıldıkları/ oldukları ile yaratıma da açık oluş içinde bulmak anlamını taşır. Tanrı özde -tümelinde- nurdur ama, nur ile yaratılmış olan anlam-değer, irade-duygu vb. belirlenimleri yüklem alınmış olarak kendiliğini kılındığı/ olduğu durumlardan bakıldığında, kendini de bilgi ve ahlak biçimsel anlamda yaratıma açık bulan doğaya haizdir. O’nun Rahman, Rahim, Kahhar, Kerim, Vedud vb. nice tanrısal ismi ile yani karakter/ kimlik belirleniminden bakıldığında, Rahman olarak sadece bir duyguyu yüklem almış değil, o duyguda kendini kılmış olarak ve o duyguyu tümel belirlenimli karakter biçimsel kılıyor olarak kendini de yüklem alınmış özdeşlikte yaratıyor olduğu görülür. O Vedud yani seven iken sadece sevgi yaratmış değil, seven olarak kendini de kılıyor iken karakter biçimsel olarak sevgiyi kendi için bir tümel kılarken seven olmak da kimlik biçimsel var olmaktadır.

Tanrı, özsel anlamda şahıs olmak ve nur olmayı aynılık düzeyinde özdeşlikte bulurken yaratılmış olan tanrısal sıfat ve isimlerini, yüklem alınmış özdeşlikte değişime açık oluşta kendini kılma/ olma durumunda gerçekleştirmenin, yaratıyor olmanın anlam gerçeği olarak gerçekleştirmektedir. Başka bir deyişle de Tanrı; kendi olmaya dair zorunlu belirlenimleri olan olsa da kendi olmanın zorunlu belirlenimlerini, yüklem almaya açık olup da yaratıma açık oluşta mümkün kılma/ olma belirlenimlerinde gerçekleştirme olanağı olarak da bulur iken Tanrı, Rahman, Rahim, Vedud, Kahhar, Gaffar vb. olarak kendini olma/ kılma belirlenimlerinde gerçekleştirir/ vücuda getirir iken böylesi kendi olmayı da mümkün kılmış olandır. Her yaratılmış olan mümkün kılınmış olduğu ölçüde gerçekleşir iken Tanrı’nın, yaratılmış olup da yüklem alınmış olarak gerçekleşen sıfat ve karakter/ kimlik belirlenimleri de mümkün kılınmış olmaktan öte değildir. Bu anlamda esmayı hüsna ile Tanrı’nın tanrı olması belirlenimleri olan karakter/ kimlik belirlenimlerinden bakıldığında, kendini kıldıkları/ oldukları ile çeşitlilikte gerçekleşmeyi yaratıma dair mümkün bulan bir Tanrı’nın olduğunu söyleyebiliriz.

Tanrı’nın yaratıcı töz ve yaratıcı özne olmayı kendinde buluyor olması sebebi ile en temel gerçeklik anlamında tümel belirlenimli olması haricinde, genel anlamda tümeller, yaratılıyor olmakta mümkün kılınmış gerçeklikler olarak bilfiil olup da bilkuvve gerçekleşenlerdir. Yani en temel gerçeklik zatı ile mutlak tümel belirlenimlidir. Kendi ile var olanlar, yaratıcı etkinlikte bilfiil olup da bilkuvve vücud bulurken tümel belirlenimli olarak gerçekleşir… ki bu anlamda nicel belirlenimlere haiz hareket oluşu içinde bilfiil yaratılmış olan her ne ise tümel belirlenimli anlamlılığa, haiz olarak bilkuvve vücud bulmakta gerçekleşir. Öznesi ve nesnesi olanın faili olduğu gerçeklik olarak görünüş bulur. En temel gerçeklik olup da kendinde şahıs -ben- olanın, yaratım ile beraber Tanrı veya Rahman, Rahim, Kadir vb. tümel belirlenimlerde kendini, bilfiil olmakta bilkuvve karakter belirlenimli olarak gerçekleşir iken kimlik belirleniminde vücuda getirmiş olması buna örnek gösterilebilir. Bir aslanın veya dağın vb. doğa fenomenlerinin değişime -süreksizliğe rağmen çeşitlilik içinde tümel içerikli anlam yüklü olarak görünüş bulması da nicel belirlenimli bir oluş içinde gerçekleşir iken tümel belirlenimli var olmalarına örnek verilebilir. Aile, devlet, sanat, felsefe, siyaset, bilim, tasavvuf veya kelam gibi insan tümel belirleniminin tinsel/ öznel anlam ürünleri dahi insan öznesinin hem nesnesi hem de öznesinin kendi olması ile bilfiil iken bilkuvve vücuda getirdiği tümel anlam içerikli olgular olmaktan öte değildir.

Yaratıma dair gerçekleşen her olgunun bilfiil gerçekleşirken nicel belirlenimli nesnellik bilgisi ile olgu olarak bilkuvve tümel belirlenimlerinde vücud buluyor olarak gerçekleşiyor olmasının bilgisi, birbirinden ayrı değil, varoluşun iki farklı yönü olması bağıntısında okunması gerekir. Olgu belirlenimli tümel aidiyetler varlığın ne olduğuna dair zorunlu yüklemleri olsa da nicel belirlenimli hareket bağıntısında neden bağıntılılığında yüklem belirlenimli gerçekleşir iken varlığın mümkün kılınmış olduğu gerçeğini taşırken var olmanın olanakları olarak -mümkün- belirlenimleri anlamında gerçekleşirler.

Arıyı arı kılan tümel belirlenimleri her ne ise onu mümkün kılan da yine o tümel belirlenimlerdir. Tümel belirlenimlerinde görünüş bulmasını sağlayan nicel belirlenimli hareket bağıntısında gerçekleşen neden bağıntılarında arı olmanın olgusal belirlenimi, tümel bir belirlenim olarak gerçekleşir. Dil, devlet, aile vb. bilfiilken bilkuvve olgusal olan tümel belirlenimli gerçekleşenler de öznesinin hem nesnesi olduğu hem de öznesi olduğu belirlenimde gerçekleşir iken nicel dünyanın nesnel belirlenimli zemininde bilfiil iken bilkuvve vücud bulmakta gerçekleşme olanağı bulur. İyi, doğru, güzel gibi en temel öznel idealar dahi iradenin erek biçimsel gerçekleşmesi belirlenimleri olarak değer yargısal gerçekleşirken tümel belirlenimlerdir… ama öznelliğin hareket doğasında gerçekleşme erkinin irade belirlenimli gerçekleşiyor olmasında kendi için iyi, doğru ve güzel belirlenimine yönelim gösterirken nicel zeminden kaynaklı olarak gerçekleşme olanağı bulur. Tanrı olmak dahi yaratım nicelliği barındıran öznellikte gerçekleşirken nicel belirlenimli tümel gerçekleşen yaratıcı öznellikte kendiliğin gerçekleştiriliyor olmasında yaratıcı olmanın karakter/ kimlik belirlenimli yüklem alınıyor olmasından öte durmaz.

Klasik felsefede tümeller değişmez sabit özler olarak kabul edilse de aslında bilfiil gerçekleşmekte iken bilkuvve vücuda getirilen mümkün kılınmış olup da gerçekleşen mahiyetler olarak değerlendirilmelidir. En basit örnek ile insan, insan olmanın tümel belirlenimlerine haiz olan bir ide olarak gerçekleşir ama hem insan olarak yaratılıyor olmayı hem de insan olmayı yüklem almaya açık oluşta buluyor olmayı neden bağıntılarında ve yüklem almaya açık oluşta mümkün kılınmış olmakta bulur. Tanrı dahi yukarıda ifade edildiği üzere yaratıcı olmayı yüklem aldığı tümel belirleniminde kendini gerçekleştirir iken Tanrı olarak vücud bulmaktadır. Yarattıklarının Tanrı olarak onaması ile de kimlik belirlenimli mümkün kılınmış olanak belirleniminde kendini Tanrı olmakta gerçekleştirmektedir. Elbette Tanrı olmanın metafizik değişmezlerini tümel belirlenimli olarak kendinde bulmaktadır ama

mümkün kılmış olmakta kendi olmayı, kılan/ olan belirleniminde

yaratıyor olmakta gerçekleştirdiği göz ardı edilmemelidir.

Katmanlı oluşta aynalaşmaya dair varoluşta birbirini nesnel ve öznel anlamda karşılayan gerçeklikler arasında gerçeklik, isimler veya kavramlar ile nitelenirken de varlığın gerçekleşmeye dair mahiyeti/ mahiyetleri, anlam olarak açımlanıyor olmakta görünüşe getirilir. Us, aynalaşılan bir varoluşta varlığa dair bulduğu anlam ve yaratıcı etkinlikte esasını yitirmeden yorum biçimsel olarak anlamlı kıldıkları ile gerçeğin izleğinde kaybolmadan buldukları ile anlam içeriğinde gerçekleşen bir varoluşta us olma yeterliliğini bulur. Birbirini karşılayan gerçeklikler arasında yürüme olanağı bulmuş olarak anlamla gerçekleşen anlamlı bir oluşta bilfiil gerçekleşir iken bilkuvve vücud bulmakta yaratıcı öznesine bağlı olarak gerçekleşir. Tümeller ilmi de mahiyet ilmi olup, söz konusu nicel belirlenimler üzerinden neden bağıntılarında yaratılıyor olmak ise anlam belirlenimli olarak neden bağıntılarında mümkün kılınmış gerçeklikler -mahiyetler- olmaktan öte değillerdir.

Âlemler bize göre anlamda biçimlenen olmaktan öte, kendinde yaratıcı nesnesi ve öznesi olan ile üst gerçeklik ile anlamlı ve tümel belirlenimleri ile anlam mahiyeti olup da gerçekliği olandır… ki bizler anlama açık olduğumuz kadar anladığımız bir oluş içinde yeniden yaratıma açık olmanın da korunduğu bir varoluşta, yorumbiçimsel olarak anlamlı kıldığımız kadar katıldığımız genel yaratım etkinliğinde bilfiil olup da bilkuvve vücud bulan varlıklarız. Tanrı’yı yaşarken Tanrı gibi olmayı, eksiklerimiz üzerinde en yetkin biçimde tamamlarken bulmaktayız. Hakikat ile var olanlar, hakikati yaşamayı istidadı ve nasibi kadar kaderi olarak bulmaktadır. Gerçek tümel ve nicel belirlenimleri ile gerçekleşme olanağında açık olurken de gerçeğe bütün gerçekleşme biçimleri ile tanık olmak her yönden kendisini bilmek/ anlayabilmek için gereklidir. Bunun ile de kalmayıp gerçeğe göre gerçekleşenlerin nasıl gerçekleştiğini ve gerçeğe göre nasıl -ahlak

biçimsel olarak- yaşamak gerektiğini bilmek de gerçeğe göre yaratıcı etkinlikte kendimizi ne kılıyor/ oluyor anlamında önemlidir.

Söz konusu yaratım ise yaratıcı etkinlikte yaratımın hakiki anlamda temel belirleyen gerçeği olan ve yaratımın hem nesnesi hem de öznesi olan her ne ise işte o yaratıcı gerçektir. Söz konusu gerçek ise gerçek ve anlam yüklem alınmış özdeşlikte birbirini karşılayan olgulardır. Yaratımda yaratıcı özne için sadece yaratım nesneleri veriyor olmak değil, yaratım nesnelerini gerçekleştirir iken olanaklarında bilfiil olmakta bilkuvve kendini de yaratıyor olmanın gerçekliği unutulmamalıdır.

Yaratırken yarattığının yaratıcı tözü olmak ile nesnesi, sonuçta da yaratıcısı olarak onu oldu kılmış öznesi olmakta iken kendini de Tanrı oldu kılan, mümkün kılmış olmaya bağlı tümel belirlenimli anlama haiz olarak kendini gerçekleştiren bir Tanrı var. Kendini gerçekleştirirken oldu kıldıkları ile oldu kıldıkların mahiyet belirlenimli anlamında -tümel belirlenimlerinde- gerçekleştiren ve gerçekleştirir iken var olmayı – kendini- anlamı kılan bir Tanrı var. Yarattıklarının hem nesnesi hem öznesi olarak gerçekleşme/ yaratım iradesi göstermeyi ve tümel belirlenimli gerçekleşen sıfat ve isimlerini aidiyetini kendinde bulmuş olarak kendini ahlak biçimsel yaratıp da değer biçimsel olarak anlamlı kılan bir Tanrı var. Zorunlu olan nitelikleri yaratıma açık bulur iken yaratım ile beraber yüklem almaya açık olup da aldığı yüklemlerde kendini kıldıkları/ oldukları ile gerçekleştiren bir Tanrı var. Her an yeni bir oluşta kendi olmayı yaratıma -açık kılan- mümkün bulan, rahmeti kendine gerekli kılınmış olmakta ahlak edinmiş olarak ereğine bağlı ahlak biçimsel yaratım oluşu içinde bulunabilmekte olan bir Tanrı var. Tanrı’nın, kendini ahlak biçimsel anlamda yaratıma açık mümkün kılma olanağında yaratabilmekte olduğunun idrakine dair insanlığın yüzyıllardır örtük kalmış olması da kendi zamanlarının şartlarında kabul edilebilir olsa da bugün için kabul edilebilir bir durum değil.

İnsan dahi böylesi öznellikte yaratıma açık ve kendini de yüklem alınmış özdeşlik belirlenimlerinde yaratıma olanaklı bulmakta değil mi? Aile, sanat, felsefe, ekonomi, siyaset, din, devlet, tıp vb. gerçekleştirdiklerinin hem nesnesi hem öznesi iken bilfiil kıldıkları ile bilkuvve kendini de anne, baba, sanatçı, filozof, ekonomist, siyasetçi, nebi, arif, devlet adamı, bürokrat, doktor vb. olarak vücuda getirmekte değil mi? Hem yarattıklarının nesnesi hem de öznesi olmak ile beraber kendisini kıldıkları/ oldukları ile de kendisinin de hem nesnesi hem de öznesi olan değil mi?

Demek istediğim: varlık olma belirlenimleri ne olunduğuna bağlı zorunlu tümel mahiyetler olsa da bilfiil iken bilkuvve gerçekleşmekte olup da neden bağıntılarında mümkün kılınmış olmakta gerçekleşenlerdir. Tümel belirlenimli varlık mahiyeti olan, tümele dair değişmez anlamlılık içerse de neden bağıntılarında mümkün kılınmış olduğundan ve yüklem almaya açık yaratım etkinliğinde değişmeyecek diye bir kaide yoktur. Her mümkün kılınmış olanın, neden bağıntıları ve yüklem almaları değiştikçe kendi olmayı farklı biçimlerde gerçekleştirmesi olanaklıdır. Yaratımın hem nesnesi hem öznesi olanın da tümel belirlenimleri temel kılmış olmasında kendini kılma/ olma mümkünatını yine kendinde buluyor olması önemlidir… ki bu anlamda iradesine ve yeni yüklem almalara bağlı değişimde ucu açık bir yaratım oluşunda kendi olmayı gerçekleştirdiklerinde, kıldıklarında/ olduklarında vücuda -görünüşe- getiriyor olması söz konusu olur. Esmayı Hüsna ile Tanrı’yı bilmeye, anlamaya çalışacak isek bilfiil olup da bilkuvve kendini gerçekleştirdiklerinde karakter/ kimlik biçimsel anlamda yaratıma dair vücuda getirdiği göz ardı edilmemelidir. İnsan öznesi dahi yarattıklarının hem nesnesi hem de öznesi iken kendini bilfiil iken bilkuvve vücuda getirmiş olarak tümel belirlenimli bir varoluşta gerçekleştirir. İnsan olmayı görünüşe getirir.

Bu doğrultuda belirtmek gerekir ise sadece tümel belirlenimli sabit özler izleğinde ontolojisini ve epistemolojisini biçimleyen klasik felsefeden ayrıca iradeye bağlı olarak yaratımı mümkün kılınmış neden

bağıntılarında mümkün kılan Tanrı anlayışını birbirine karşıt değil de eksikleri ile değerlendirip aşmak yerinde olur. Tanrı kendinde varlık olmaya dair özsel belirlenimleri olsa da bu özsellik hem kendini hem de yaratacaklarını mümkün kılma belirlenimi olarak nicelliği içeren hareket oluşunda kendi olmaya dair bulduğudur. O nurdur. Nicel belirlenimli hareket bağıntısında tümel mahiyete haiz varlık olma durumunda bulunandır. Her yarattığı da yaratılmış olduğu durumun ne olduğunu belirli kılan tümel mahiyete haiz olarak gerçekleşir iken mümkün kılınmış bir gerçeklik olarak gerçekleşmekte, dolayısıyla da vücud bulmaktadır. Tanrı ile gerçekleşme olanağı olup da gerçekleşen her ne var ise elbette Tanrı’nın gerçekleşme erki belirlenimi olarak gerçekleşen irade ve tercih belirlenimli iradesi ile gerçekleşir iken mümkün varlık olarak vücuda gelmiş olmakta bilfiil iken bilkuvve gerçekleşmekte olandır. Neden bağıntılarında her ne gerçekleşmekte ise neden bağıntılarında mümkün kılınmış olarak kendi olmayı hakikatten aldığı paye kadarı ile bulur.

Yaratım katmanlı gerçekleşirken de katmanlı oluşta ayrı değil aynı da değil olmakta var olmak çoklu gerçeklik içerir iken çoklu anlamlılığı da içermektedir. Ayrı olmadan ama aynı da olmadan var olmak, katmanlı oluşta karşılıklı var olmayı da olanaklı kılarken yaratım karşılıklı var olmaya haiz bütünlük içeriyor olarak gerçekleşir. Karşılıklı varoluşta ise yaratım, birbiri ile anlamlı kılınan var olma bağıntısı ve ilişkisi içinde gerçekleşmeye devam eder. Böylesi oluş içinde sadece nicel belirlenimli neden bağıntılarından bakıyor olmak, hareketin sahibi olandan habersiz olarak gerçeği sadece bir yönü ile değerlendirmek anlamını taşır. Sadece tümel belirlenimli öte bir Tanrı ile anlamlı kılmak da nicel içerikli olup da nesnel bağıntılılıkta gerçekleşen gerçeklikten, ara neden ve neden bağıntılarından kopuk bir dünyaya bakmaya eyler. Yaratım her aşamasında ve oluş biçiminde yarattıklarından ayrı olmadan bilfiil iken bilkuvve var eden, yarattığı ile aynı da olmadan yaratımda bulunur.

Yaratım, kendi dışına çıkılmayan oluş içinde kendini kıldıkları/ oldukları ile farklılaşma, yarattıklarını farklı kılma belirlenimlerinde gerçekleşir. Her varlık, varlık sahnesine Tanrı’ya ait olup da kendisine dair kılınmış olan tümel tanrısal belirlenimler ile kendi olarak çıkar. Böylesi varoluşta her varlık özde aynı gerçekten kaynaklı olarak var iken ayrı değil ama farklı yaratılmış olmanın gerçeğinde aynı da değil olarak kendi olmayı deneyimler. Karşılıklı var olma olanağında da çoklu anlam içermenin ve çeşitlilikte -ilişkilerde- anlam çeşitlenmesin bir parçası olarak değerli ve anlamlı olarak gerçekleşir.

Yaratım hareketi, kendi ile dolu olup da kendi dışı olmadığı için kendi içinde katmanlı oluşa bağlı olarak derinleşen bir aynalaşma, refleksiyon hareketi olarak gerçekleşir. Varlıkta hareket, hakiki varlığın kendinde hareketli olmasının bir sonucu olmak ile beraber hakiki varlığın kendi dışına doğru değil, özünden hareket ile kendi içinde katmanlı olmaya bağlı olarak derinliğine gerçekleşen bir olgudur. Yaratım dahi içerden başlamış olarak daim gerçekleşir iken bunun anlaşılması gerekir. Kendilik dahi tümel belirlenimli iken olumsuzlanması yapılmayacak durumda bulunurken kendi özselliğinde nura dair nicel belirlenimli olup da hareketi içeren gerçekleşme olanağına haizdir… ki olumsuzlanması yapılamayana yükseldiğimizde, kendini gerçekleştirme erkini irade olarak buluyor olması ve yönelimsel anlamda bakış sahibi olması gerçeğinden dahi bakılsa kendilik, özsel anlamda hareket belirlenimine haiz olarak gerçekleşme göstermektedir.

Töz tümel varoluş belirlenimli olmak ile beraber, nicelliği içeren belirlenimleri ile hareket oluşunu kendine dair özsellikte bulmaktadır. Nicel belirlenimli olmaktan öte salt tümel belirlenimli bir olgunun var olma olanağı olmadığı gibi -yaratıma dair- hareket olanağını da kendi özünde bulmasına olanak bulunmaz. Söz konusu Tanrı ise kendinde nicel belirlenimli olup da kendinde hareket etme, kendini gerçekleştirme gücü, dolayısıyla da irade gösterme olanağında yaratımda bulunma olanağı gösterir. Özü gereği nicel belirlenimli olup

da tümel belirlenimli olarak aynı özsel durumda kendi olmayı kendi özünden kaynaklı gerçekleşen hareket bağıntısında bulan Tanrı, Tanrı olma mahiyetini gösterebilme olanağına haizidir.

Dış denilen de katmanlı varoluşta karşılıklı var olabilme olanağında gerçekleşen mekân algısından dolayıdır. Zaman dahi söz konusu faili mutlak olan yaratıcı ise salt nicel belirlenimli okunmaktan ileri öznelliği de içeren gerçekliğinde değerlendirilmesi gerekendir. Her işin faili Allah iken zaman hareketin ussal belirlenimlerde tanımlanması iken Allah’tan -yaratıcıdan- bağımsız zaman olgusundan bahsedilemez. Her an yaratılıyor kılınıyor olmanın oluşu içinde zaman, yaratım oluşunda Tanrı’nın zamanı olarak gerçekleşir iken yaratılmış olanın kendine dair var olma belirlenimi olarak bulduğu varoluşsal gerçeklik belirlenimidir. Her var olan, bilfiil olup da bilkuvve gerçekleşme oluşu içinde zamanı, varoluşsal bir belirlenim olarak bulmaktadır.

Temel gerçekliğin bir üst, evrensel gerçeklik olarak bulunduğu yaratım etkinliğinde yaratım, hep kendi ile oldu kılmanın sürekliliğinde gerçekleşir. Çokluk, özde yaratıcı tözün çokluğa haiz hareket bağıntısında var olmasının bir sonucu olarak çeşitlilikte ve anlam/ bilgi- hareket bağıntısında yaratıyor olmasının bir sonucu iken ayrı değil aynı da değil oluşa haiz gerçekleşir. Her varlık hakikatten aldığı paye kadarı ile pay sahibi olarak varlık sahnesine kendi olmakta çıkarken karşılıklı varoluşun olanağında tümel belirlenimleri ile farklı kılınmış olduğu tekil ve tikel belirlenimleri ile görünüş bulur. Birbiri ile bağıntılı her nesne ait olduğu dünyanın bir rengi olarak farklılık gösterdiği tümel özellikleri ile kendi olmakta varlık sahnesine çıkar. İlişkilerde anlamını açık ederken ilişkilerde hikâyesi olandır. Nicel belirlenimli olup da nesnellik içeren zeminden kaynaklı olarak var olunsa da nicelliğe -mekaniğe- aşkın tümel belirlenimli olarak varlık sahnesinde gerçekleşme olanağı bulunur.

Böylesi, hakikatten paye almış olarak hakikati istidat ve nasip kadarı ile yaşama olanağı bulan her var, hak kılınmış bir gerçeklikte yani mahiyet

belirlenimli bir varoluşta, Tanrı ereğinde yaşamış olarak hak edilmesi gereken bir oluş içinde var olmaktadır. Her varlık hakikat ile var iken teo-ontolojik bakışımda diğerine ahlak biçimsel anlamda duyarlı olmak kaçınılmazdır. Öteki ile var olmak karşılık olmanın olanaklı kılınmış olmasında sen ile ben veya sen ve ben olabilmenin olanağında gerçekleşirken de ahlak biçimsel yaratım etkinliğinde sınırlar ve çizgiler ediniyor olarak var olmakta kaçınılmazdır. Bu durumda hakikat ile var olmanın idrakine göre ahlak biçimsel yaratım oluşunda bulunmak da hakikat bilgisini edinmeyi gerekli kılar.

Ayrıca belirtmek gerekir ki katmanlı varoluşta paye almanın olanağında pay sahibi olarak var iken benzer ve farklı olarak ayrı değil aynı da değil olarak var edilmek kaçınılmazdır. Böylesi varoluşta aynalaşma da kaçınılmazdır. Aynalaşılan bir dünyanın içinde tümel belirlenimleri ile evrensel gerçekler metafizik var olunduğu gerçeğini görünür kılar. Düşünün ki katmanlı bir varoluş içinde doğaya dair olanlar sende, sen de doğanın bir parçasısın. Bunun ile de kalmayıp aynı varda tümel olan tanrısallardan paye almış olarak benzer niteliklerde ama türe dair farklı olmakta gerçekleşmektesin.

Düşünün ki doğaya dair var kılınmış iken Tanrı ile Tanrı’da tanrısal olanlar ile varsınız. Ayrı değil aynı da olmanın gereğinde Tanrı ile de benzer ve farklı olmakta iken aynalaşmanın olanaklı olduğu bir varoluştasınız. Ayrı değil aynı da değil oluşta varoluş böylesi metafizik gerçekleşir iken metafiziği sadece bilmenin değil, aynalaştığımız bir dünyanın, varoluşun gerçeği olarak da bilmek gerekir.

Böylesi metafizik bir yaklaşıma; ötekine duyarlı olmak için dahi olsa ihtiyaç vardır. Öteki ile aynalaştığımız bir dünyada, kendi olmaya dair ahlaki anlamda gerçekleşen yeni ve güzel yollar aramamız gerektiği gerçeğini görmek için dahi olsa ihtiyaç vardır. Tanrı’nın mülkünde Tanrı’yı yakin olarak bulmak için de böylesi bir metafiziğe ihtiyaç vardır. Aynı olmadığımız ama özde ayrı da olmadığımız gerçeğinde buluşmaya

dair yollar bulabiliriz. Anlamlılığı tek başına olmakta değil, birbirimiz ile ortak olduğumuz varoluş gerçekliğinde bulabiliriz.

Düşünce-us-vicdan, anlam-değer, irade-duygu vb. tanrısallar tümel belirlenim olup olay-ilişki örüntüsünde öznelliğe özneyi anlamlı kılıyor olarak katılırlar. Düşünce anlamlılığın yaratım kaynağıdır. İrade değer biçimsel varoluşa eyler iken irade edileni anlamlı kılmayı ve kişinin kendi ile anlamlı olmasını sağlar. Duygular değer dönüştürücü ve değer biçimsel gerçekleşir iken anlamlı bir oluş içinde eyler. Vicdan, olması gerektiği yönde ahlak biçimsel olarak eylemlerde anlamlı olarak yaratılıyor olmanın sınırlar belirleyen ussal belirlenimidir. Tümel belirlenim olarak anlamlı olmaya katılan her ne ise nicel belirlenimli nesnellik zemininde yaratılıyor olsa da öznel belirlenimli anlamlılık içeriyor olarak gerçekleşir ve deneyime açık yaratım oluşunda anlamlılığın bir parçası olur.

Böylesi bir varoluşun içinde, sınırsızca yüklem almaya açık olup da yaratıma açık oluş içinde, sen nasıl ve kim olarak var olacaksın? Neleri yüklem almış olarak kendini kim kılacaksın? Şeytan veya hırsız mı? Melek veya İnsan mı? Sen, nicel belirlenimli gerçekleşip de içeriğe/ mahiyete dair özsel gerçekleşen tümel belirlenimleri ile nesin ki sonuçta gerçekleştirdiklerinin, yüklem aldıklarının öznesi olarak kendini kim kılacaksın? Bilgi, anlamın sınırları dahilinde sınırlı olmakta gerçekleşirken yüklem almaya açık oluşta bilmekten yana sınırların olmadığı bir oluşta kendin olmak için dahi olsa ahlaki sınırlar edinmek zorunlu iken sen, ahlaki anlamda kimsin veya kim olacaksın?

Elbet, yaşanması zor bir dünyada varsın. Adalet ise hep ufuklarda asılı gibi durmakta diye bakmaktasın. Böylesi bir dünyayı yaşanamaz, ideal olmayan dünya diye yorumlamaktasın. İşte! sen yaşanması zor dünyada zorluklar ve acıları kendini keşfetmeye, yeniden yaratmaya neden olarak bulmaktasın. Merhametin, adaletin, sevginin vb. tesis edilmediği yerde oluşan boşluğu merhamet, adalet, sevgi ile doldurmak için varsın. Böylesi oluş içinde kendi olmaya, tanrısallar ile

tekâmül etmiş olarak yolculuk yapansın. Bu durumda içinde bulunduğun dünya kendini keşfetmenin, yaratıma açık olmanın, tanrısallar ile tekâmül ediyor olmanın en ideal dünyasıdır.

Elbette daha yaşanabilir daha güzel, iyi ve doğru dünyalar -cennetler- vardır veya tesis ettiğimizde olacaktır. Ancak, merhametin, adaletin veya sevginin vb. zaten en mükemmel biçimde gerçekleştiği, tesis edildiği, kolayca yaşandığı bir dünya da sen kendi olmayı bu ilkeleri gerçekleştirmekten yana hak etmiş olmakta ne kadar bulmuş olacaksın? Boşlukları emeğin ile doldurur iken kendini kıldığın ve kıldığına bağlı hak ettiğin bir varoluşta kendinden yana mutmain olmak yani ilkeyi gerçekleştirir iken kendi olmaktan yana tatmin olmuş olarak kendini tadıyor olmak, kendi olmaya dair hak ettiğin gerçekliktir. Ereğe bağlı ne gerçekleşmekte ise dolayısıyla hikmet üzeri gerçekleşmiş olup idealine bağlı yerinde ve gerekli olarak gerçekleşmektedir. İmtihan dahi erek biçimsel gerçekleşir iken eksik gördüğün yeri tamamlarken kendi olmayı kıldığın/ olduğun tümel belirlenimleri gerçekleştirmekte aşabileceğin, kendi olmayı hak edeceğin bir oluş içinde bulunman değil midir? Öyle ise kısacık dünya yaşantısında anlam-değer belirlenimlerine göre çatallanıp da gelgitlere seni gebe kılan oluş içinde kendini ne ile anlamlı kıldığın önemlidir.

İman ehli isen böylesi zor ve tinsel anlamda gerçekleşen boşlukları doldurman gereken bir dünyayı, imtihanın olarak bulduğun bir dünya olarak deneyimlemeye geldiğini de hatırlatırım. Bir ayette “İyiliği emret, kötülükten menet” denilirken de boşlukları doldurması gereken oluş içinde bulunduğumuz da ifade edilmiş olur.

Yaratıma açık oluş içinde emek, miras, kendini kıldıkların ile var olmaya geldiğin dünya, kendi olmayı nerede ve kim olarak bulmak istediğin bir dünya olarak bulduğundur. Böylesi erek biçimsel gerçekleşen bir dünya içinde öyle ise sen, yüklem aldıkların ile kendini kıldıklarında kendin olmakta iken hangi yüklemlerde kendin olacaksın? Hak olan ile var iken ereğinde haktan gafil yüklem aldığın her ne ise sonuçsuz bir oluş içinde

kendi olmaya dair savrulduğun bir oluş içinde kılar/ kılacaktır. Hak olan ile kendini kıldıklarında hak etmen gereken bir varoluşta, dünyayı böylesi yaşanan ve yaşanması gereken idealde hakkı gereği bularak yaşamaya değer bulup, yaşamaya değer kılabilirsin.

Hakikat, yaratım, varoluş, anlam ve anlamlılık bağıntısında tekâmül ve özgürlük; yüklem almaya açık olarak karşılıklı varoluşta ucu açık yaratıma açık oluşta gerçekleşir iken kendi olmayı ne ile bulman gerektiğine sen karar vermelisin. Ucu açık yaratım oluşunda yaratımına doğrudan katılırken, yaratıma dair söz hakkını kullanabildiğin dünyadasın. Yaşadıklarının sonuçları olan bir dünyada sadece kendini kıldığın/ olduğun bir yaratım oluşu içinde değil, sonuçlara bağlı olarak ne olman, yapman gerektiğine dair öngörülü de olman gerekir.

Sonuçlar nerede ve kim olduğunu açık ederek belirli kılacak ise sonuçlar ile sınırlandırılmış olarak biçimlenmiş bir yaşamda ahlak biçimsel olarak var olman kaçınılmazdır. Hakikat ile var, hakikatten – tanrısal belirlenimlerden- sonuçlar alarak hak ederek var olman ile beraber sonuçlar ile sınırlandırılmış bir oluşta kendi olmayı nasıl bulman, gerçekleştirmen gerektiğine karar verecek olan da sensin. Her kararın ve sonuç belirimi olan eylemin ile yaratımına doğrudan karar verdiğin oluşta kendi olmayı bulmaktasın. Sen senin ile sınırlandırılmış olarak kendi ile var kılınmış olmada yaratılıyorsun. Fakr olduğundan habersiz, varlık sahnesine başkası kılınmış olarak kendi olmakta çıkmaktasın. Yaratım oluşunda yaratımına doğrudan katılıyor olarak var olma çabası içinde kendini kıldıkların/ oldukların ile bilfiil iken bilkuvve var olmaktasın. Hakikat kıyasınca özgürlük bahis konusu olmasa da varlık sahnesine tekâmül eden bir varlık olarak çıkarken özgürleşmeyi yine hakikat ile bulması gerekensin.

Us ile bilmeye, yorum ile anlamaya ve anlamlı kılmaya açık oluş içinde yaratılıyor olmaya da açık iken ahlak biçimsel olarak vicdan çizgisinde kendini kıldıkları ile tanrısal karakteri olup da gerçekleştirenler, Tanrı için iken Tanrı gibi olmakta kendi olmayı bulurlar. Hak kılınmış bir

varoluşu hak ederek yaşıyor olmanın mutmainliğinde kendi olmayı tadarlar. Yaşamları zikir, Kendileri Allah ile daim salattadır. Varoluşu Allah’ta anlamlı ve yaşamaya değer bulurlar. Allah ile kendi olmayı bulur iken varlık sahnesinde aşabildikleri ile özgürleşmiş olmayı yine Allah ile bulurlar.

***